• Nombre de visites :
  • 1365
  • 24/10/2007
  • Date :

AKIL VE DİN

akıl

   İnsan, yaratılışı gereği kendisini ilgilendiren doğru ve yanlışları, ayırt edebilen bir varlıktır. Bu yüzden sahip olduğu ve irade olarak tabir edilen bu gücü kullandığı yerlerden biriside iyiliğin kaynağı olan ve kendi zatında tekliği, kudreti, ilmi ve iradeyi barındıran bir varlığı bulmak yolundadır.

   Akla şöyle bir soru gelebilir, insan bütün iyiliklerin kaynağı olan bu varlığı neden tanımalıdır. ? Acaba onu tanımanın insana ne gibi bir faydası veya tanımamanın ona ne gibi bir zararı olabilir. ?

   Bu ve buna benzer sorulara verilen belki de yüzlerce cevaptan bir tanesi, o kaynağı tanıma yolunda insanın çaresiz ve alternatifsiz kalmasıdır.   

AKIL VE MARİFET:

   Felsefeciler, aklın marifete yetişmekteki rolü hakkında değişik görüşlere sahiptirler bunlardan iki asıl görüş şunlardır:

  1:Tecrübe asıldır (Asalatu-l tecrübe)

  2:Akıl asıldır (Asalatu-l akıl)

 1:Asalatu-l tecrübe: Tecrübenin asıllığına inananlar açısından tecrübeden önce hiçbir kanun var olmamış ve bugün akli ve bedihi olarak bilinen kanunlar gerçekte insanoğlunun tarihinde tecrübeyle ele gelen şeyler olmuştur. Bu kanunlar ilk dönemlerde çok açık ve aşikâr olmayıp zamanla kati ve kesin kurallara dönüşmüşlerdir.

  Tecrübenin asaletine inanan felsefecilerden bir tanesi şöyle diyor: Tabiatta gerçekleşen olayların muvazi bir şekilde devam ettiğini, insanoğlu, geçmişte yaşamış insanların, kendi tecrübelerinin ve bu tecrübelerin bıraktığı eserlerle ele getirmiştir. Bu olaylardır ki insanoğlu tabiatta olan olayların aynı ritimde gerçekleştiğine yakin etmiştir.

  2:Asalatu-l akıl: Bu grup, beşerin yetiştiği akli veya ilmi marifetlerin hepsini bir yığın akli ve aşikâr kurallara dayalı olduğuna inanmışlar ve bu kuralları şöyle sıralamışlardır.

  a)Tenakuz (aykırılık):Bu kural bütün ilimlerin temeli olarak kabul edilir ve bu asıl kuralı tecrübe yoluyla müşahede etmek imkânsız olduğundan hiçbir zaman dışarıda var olamayacak bir kuraldır. Çünkü birbirleriyle tenakuzu olan iki şey hiçbir zaman bir araya gelemedikleri gibi ikisinin aynı anda olmamaları da imkânsızdır.

  b)İlliyet(nedensellik): Akli kurallardan bir diğeri de illiyettir. Herhangi bir olayın illetsiz gerçekleşmesi imkânsızdır.

  c)Tabiat olaylarının benzerliği: Tabiatta gerçekleşen olaylar aynı şekil ve kılıf içerisinde tekrarlanır. Örneğin ateşin her zaman yakıcı olması vb gibi…

  Bu akli kuralları kabullenmek, diğer akli kuralları kabullenme zorunluluğu getirir. Bu kurallar arasında ayrım yapmak, yani sadece bir bölümünü kabullenmek, daha önceden de söylenildiği gibi muhal ve imkânsız olan tenakuza yol açacaktır.

FİKRİ YANILGILAR:

 Felsefi ve ilmi konular arasındaki fark, felsefi konularda akıl ve fikirden faydalanıldığı gibi, ilmi ve tecrübî konuların aksine hissi müşahede söz konusu olmaz. İlmi konular ise tabiata yönelik hissi müşahedelerle ve onları incelemekle mümkündür.

  Felsefe ve İlahiyatın tarihine baktığımız zaman fikir denen bu kuvvenin hatalardan korunmuş olmadığını görürüz. Buna en güzel örnek düşünürlerin aralarında olan fikir ayrılıklarıdır. Onlar birbirlerinin hatalarını bulmuş ve düzeltmeye çalışmışlardır. Bu soruna şöyle bir cevap vermek mümkündür. Bu iddianın kendisi akli bir önerme olduğundan bunu iki mukaddeme ile açıklamak yerinde olur.

a)Fikir ve düşünce hata yapar

b)Hataya duçar olabilen bir şeye güvenilemez

  Birinci mukaddeme tecrübî olmasına rağmen ikinci mukaddeme tamamen aklidir. Düşüncenin hata yapabileceği ve sorgusuz sualsiz güvenilemeyeceğini, genel bir kural olarak kabul edersek, bu kural, düşünce hata yapabilir cümlesini de içine alacaktır. Sonuç olarak iddia edilen bu istidlal, tenakuz (çatışma ve aykırılık) sebebiyle kabul edilmeyecektir. Bu yüzden düşünceye itimat edilebileceği iddiası kabul edilecektir.

  Düşünürlerin, akli kanıtlarla vardıkları bazı sonuçlarda ayrılık içinde oldukları kesindir fakat onlar birçok konuda (Asıl olarak kabul edilen bazı akli kurallarda) ortak düşünceye sahiptirler. Düşüncede yanılgı, yolun yanlışlığını değil düşünürlerin, ellerinde olan bu kuvveyi yerli yerinde ve gerektiği gibi kullanamamalarındandır. Elbette bazı eksiklikler insanın zatından kaynaklanır, insan aklı hiçbir zaman sınırsız olan birinin ilmiyle boy ölçüşemez. Yapılan hatalar doğru düşünme metodu olarak bilinen mantık ilminin kurallarını gerektiği gibi uygulanmamasından kaynaklanır.

Tecrübî ilimler yalnız müşahedeyle ele gelmediği gibi akli kural ve kanunlara da ihtiyacı vardır. Hissi yollarla ele gelen sonuçlar dahi akli ve fikri kurallardan faydalanılarak yorumlanır. Bu yorumlardır ki düşünce hatalarının ortaya çıkmasına sebep olur.

  Bu konu hakkında Allame Tabatabai şöyle buyuruyor; Metafiziğe inanmanın düşüncede hatalara yol açacağını ve kesinlikle yakin getirmediğini, o halde kesinlikle bu yola girilmemesi gerektiğini ve hissi, tecrübî ve maddi ilimlerin daha güvenilir ve kati olduğunu iddia edenler, ölçüp biçmeden söz söyleyenlerdir. Bu iddianın kendisi maddi olmadığı gibi, bu ve buna benzer sözler hiçbir fizik ve kimya deneyimlerinden ele gelmemiştir. Onları tecrübî ilimleri kabule zorlayan güç, eğer isterlerse başka yönlere de hidayet edebilir.

  His ve tecrübenin yaptığı tek şey olayları gerçekleştirmek veya onlar hakkında hüküm makamında olmaktır. Hüküm vermenin kendisi başka bir şey olduğundan insan zorunlu olarak ta olsa verilen bu hükmü kabullenmiştir.

VAHİY NAZARINDA AKLIN GEÇERLİLİĞİ:

   Kuran, değişik yollarla aklın, ilahi marifetlere yetişmesinde etkili olduğunu ve yaratılan varlıklar hakkında tefekkür etmeye yönlendirmiştir. Kuranın bizleri Enfal suresinin 22.ayetinde uyararak şöyle buyuruyor “Allah katında canlıların en kötüsü düşünmeyen, gerçeği kavramayan sağır ve dilsizlerdir.” Yunus suresinin 100’cü ayetinde ise şöyle buyuruyor:

“ Allah’ın izni olmadıkça hiç kimsenin inanması söz konusu değildir. Allah, aklını kullanmayanları en yüz kızartıcı iğrençliğin kucağına atar.”

   Kuranın mantığı delil ve burhan mantığı olduğundan belirli bir inanca sahip olan insanlardan istediği, kendi akidelerini delillerle ispatlamalarıdır. Kuranın kendisi de Allah’ın tekliği ve vahdaniyetini ispat için enbiya suresinin 22.ayetinde şöyle buyurmuştur;

“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilahlar olsaydı yerin ve göğün düzeni altüst olurdu.”

   Kuran, aklı, hem nazari (teori) felsefede ve hem ameli (pratik) felsefede ( Felsefe, nazari ve ameli olmak üzere ikiye ayrılır. Bilinenlere yönelik olan nazari felsefe, tabiiyat, riyaziyat ve ilahiyat gibi konuları ihtiva eder, tabiiyat kendi içinde dünya bilim, jeoloji, zeoloji, biyoloji gibi bölümlere ayrılır. Riyaziyat ise hesap, matematik, astronomi ve musiki gibi bölümlere ayrılır. İlahiyat ise iki kısımdır, birincisi tabiat ötesi,(metafizik) diğeri, varlık (vücut) tır. Birinci bölüme ilahiyat-ı bi’l-ma’nal-a’am,  genel anlamıyla ilahiyat, ikinci bölüme ise, ilahiyat-ı bi’l-ma’nal-has özel anlamıyla ilahiyat denilir. Ameli felsefe insanın davranışlarına, gereken ve gerekmeyen işlerine yöneliktir ve üç bölüme ayrılır, birincisi ahlak, daha çok kişisel davranışlarla ilgilidir. İkincisi tedbir-i menzil (ev idaresi) küçük bir toplulukla, yani aile ile ilgilidir. Üçüncüsü de Siyaset-i müdun, büyük bir toplulukla ve ülkelerin genel yapı çerçevesiyle ilgilidir.) her zaman ön plana çıkarmıştır. Akıl, insanı gitmesi gereken daha doğrusu yetişmesi gereken hedefine doğru götüren bir pusula mahiyetindedir.

RİVAYETLERDE AKIL VE MARİFET:

  Aklın, hakikate yetişmekte kullanılması gereken en önemli araçlardan olduğu ve bunun önemi rivayetlerde de gelmiştir.

  Örneğin; Peygamber efendimizin (s.a.a) yanına gelen bir Yahudi nin sorduğu sorulardan biriside şuydu, Allah neden hiç kimseye zulüm etmez. Peygamber şöyle buyurdu; Allah zulmün ne kadar kötü olduğunu biliyor ve onu yapmaya da ihtiyacı yoktur. Anlaşıldığı gibi Peygamber akli olarak istidlal etmiştir, bu istidlal, şia kelamcılarının Allah’ın kötü fiillerden uzak olduğunu ispat ederken kullandıkları akli istidlallerdendir.

   Hz. Ali, (a.s),insanın, kendi iradesiyle amel eden bir varlık olduğunu ve kesinlikle cebrin ve zorlamanın söz konusu olmadığını şu sözleriyle ispatlıyor; “Eğer Allah’ın kaza ve kaderi insanı kendi amellerinde mecbur kılsaydı, onun tarafından gelen emir ve nehiylerin, sevap ve azapların hiçbir anlamı kalmaz, boş ve beyhude olurdu.”

   Hz. Ali, (a.s) Allah’ın vahdaniyeti hakkında şöyle buyuruyor;

“Eğer Allah’ın şerikleri olsaydı (Allah’la beraber başka ilahlar) onlarda insanları hidayet için peygamberler gönderirlerdi, böyle bir şey olmadığı için, yani gelen peygamberler yalnız tek bir Allah tarafından geldikleri ve yalnız ona davet ettikleri için, bir tek Allah’tan başka ilah yoktur.”

  Bu istidlalin temeli, akli bir kuraldır. Oda şu ki; ulûhiyet, rububiyetsiz olmaz, çünkü yaratanın yaratılana karşı duyarsız kalması ve onların hidayeti için gayret sarf etmemesi makul değildir. Rububiyetin örneklerinden bir tanesi insanlar hakkında ve teşrii makamında olan rububiyettir. Bu, peygamberlerin vasıtasıyla dini kanunların gönderilmesiyle gerçekleşir. Akli olan bu asılla Şöyle bir kıyas karşımıza çıkar

  Allah’tan başka bir ilah olsaydı, insanların hidayeti için peygamberler gönderirdi

Bütün peygamberler yalnız bir tek Allah tarafından gönderildiği için,, şu sonuç alınır, Allahtan başka ilah yoktur.

  İmam Sadık (a.s) aklın, Allah’ı, iyiyi ve kötüyü tanımaktaki önemini hakkında şöyle buyuruyor; her şeyin aslı, başlangıcı ve onsuz hiçbir şeyden faydalanılamadığı kuvve akıldır. Allah, insanı akılla süslemiş ve yol gösterici olarak karar kılmıştır.

  O halde insanlar, Allah’ı, iyiyi ve kötüyü, karanlığın cehalette, aydınlığın ise ilimde olduğunu tanımışlardır ki bu, aklın onları hidayet ettiği yoldur.

  Acaba insanlar hidayet yolunda akılla yetinebilirler mi diye sorulduğu zaman İmam şöyle cevap veriyor; Akıllı insanlar, akıllarının gösterdiği yol ile Allah’ı ve ona kulluğu tanıyan, onun sevdiği ve sevmediği şeyleri anlayan insanlardır. Allah’a isyan veya itaat konusu da burada ortaya çıkar, Fakat akıl, itaat ve isyan sayılan şeyleri tanıyamadığı için bu tür yerlerde sahibini hidayet edemez. Bu yüzden başka yollardan bunları tanımalıdır, bunları tanımadığı zaman aklını gerektiği gibi kullanamayacaktır. Çünkü akıllı insana, hayatının temeli olan ilim ve edep öğrenmesi farzdır.

  Ehli beyt (a.s),İslami marifetlere yetişmede akla ve akli istidlale büyük bir önem vermiş ve muhataplarıyla olan konuşmalarında akli istidlallerden, burhan, cedel ve hitabeden faydalanmışlardır. Şia’nın akli ve felsefi konularda gelişmesinin sebeplerinden bir tanesi de budur.


Akıl Gücü ve İbadet

Akıl nedir?

 

  • Yazdır

    Arkadaşlarına gönder

    Yorumlar (0)