• Nombre de visites :
  • 14378
  • 25/8/2008
  • Date :

Tevhid İnancı

tevhid

    Tevhid akidesi dünya ve insanın mes’elelerinin çözümü için yapılacak planlama ve çalışmalarda, müstakil ve kendi başına buyruk hareket  etmek salahiyetini Allah’dan gayri hiç kimseye tanımıyor. Çünkü İnsan’ın da, mükevvenatın da yaratcısı ancak O’dur ve dünya hayatını tanzim etmek hakkı’da ancak O’na aittir. İmkanlara ve ihtiyaçlara vakıf olan da o’dur. İnsan’ın, cisim ve ruhunda aklı olan hazineleri kabliyetleri, enerjiler de, mükevvenatın sayısız enginliklerini de, bunların miktar ve ölçüleriyle, ne işe yaşayacaklarını hakkıyla bilen de, ancak O’dur.

     O halde insan’ın yaşayış tarzını ve planını, bu mükevvenat içinde, ahenkli bir şekilde programlayıp kanunlara bağlayacak ve insan için bir sosyal hayat nizamnı tesis edecek olan da, ancak Allah’dır. Bu hakkın yalnızca Allah’a mahsus olması O’nun yaratıcılığının , O’nun ulüiyetinin tabii ve mantıki neticesidir. Öyleyse, bu hakka, başkaları tarafından yapılan her müdahele, insan’ın hayatını tanzimde, Allah’ın iradesinden ayrı olarak bir hat, bir program bir kanun yapmaya sahliyetli olduğunu iddia eden her " şey ", gerçekte Allah’ın hakimiyet hakkına el uzatış ulûhiyyet ( ilahlık ) taslanış olacağından dolayı ; şirk’tir !...

     " Hayır !... Rabbına yemin olsun !... Benim hadlerime ( irademin sınırlarına ) yaklaşmasınlar !... Onlar, hayatlarında ki, ihtilafları gidermek için Sen’i ( burada hitap, edilen peygamber’edir... ) hakem olarak belirleyip, verdiğin hükmü gönüllerinde bir darlık, bir sıkıntı meydana gelmeksizin kabullenmedikçe, Sen’in hükmüne teslim olmadıkça gerçekten iman etmiş sayılmazlar !..." (en ’ Nisa Suresi : 65.ci ayet meali . )

    " Allah ve Resulü’nün hüküm verdiği bir konuda, mü’min erkek ve kadınların, kendi işlerinden dolayı Allah ve Resulü’nün hükmünü dinlemezse, şüphesiz ki açık bir dealelt’e düşer ! " (Ahzab Suresi : 36. ci aye ).

    Acaba müslümanlar bu mubarek ayetin anlamını anlamıyorlarda Ömer b. Hatab’ın kendisinin peygamber’e karşı gelerek senin sünnettine ihtitacımız yoktur ? Allah’ın kitab-ı Kur’an bize yeterlidir, deyip kendi isteğiyle birinci halifeye " Ebu Bekir’i seçip, Peygamberin evini ateşe verip peygamber ( s.a.v. )’ın kızı olan Hz. Fatımat’üz Zehra’yi şehid ediyor.

 

    İnsan’ın ferdi ve sosyal hayatına etmek, insan ve toplum hayatının idarecisi olmak hakkı, ancak hükmüne göre şekillenir... İnsan’ın insanı Allah’ın hükmüme aykırı olarak hükmetmesi, insan’ın insan-ı Allah’ın hükmüne aykırı olarak velayeti altında bulundurması ( bir aşikâr haktan kaynaklanmıyor veya Allah’a karşı mes’uliyet duydusu taşımıyorsa ) zulüm, tuğyan ( yani isyan ) ve tecavüzü beraberinde getirir. İslam camiasının işlerini idare etmek hakkı, bunu ancak, bir üstün kudret ki, bu üstün kudret Allah’tır adına üstlenmekle caiz olabilir. ( Bu temel esasına göre kurulan bir idarecilikte bir ferd veya bir heyet’in salahiyetleri’nin belirlenmesi de, yine kaide içinde olur. )

     "... ( İntikam alıcıların cezalandırıcıların en kudretlisi olan Allah’ın ) celal hakkı için... O’nun yarattıklarından hiçbir şey, O’nun hükmü dışında kalıp, hesaptan kurtulmak gücüne kavuşamıyacaktır ! " ( Sebe Suresi 3.cü ayet meali )" Eğer, O peygamberler , bazı sözler uydurup bize isnat etmeye kalkışsaydı, Bize, O’nun da kuvvetle yakalar ve O’ndan intikam alırdık. Ve sonra da muhakkak, O’nun kalb damarlarını keserdik ( boynunu vururduk ). ( Hakka Suresi : 44.cü ayet meali . )

 

     Kendi görevlendirdiği peygamber’e bile tanınmayan bu hak, nasıl olur da , bir millet’e bir ekseriyet’e veya Ömer b. Hattab’a , bir partiye , seçkinlere, eşraf’a devredilebilir ? Bunun sonuncunda ne ve nasıl olacağınıda biraz düşünmek gerekmezmi acaba ? Ve onların, insanları kandırıp, sırtlarına binmesine " hak " nazarıyla bakılabilir ? Nasıl olur da, bu kişi veya heyetlerin , Allah’ın hakimiyetine şerik, ortak oldukları düşünebilir ? Peygamber ( s.a.v. )’ın devlet başkanlarına ve kara kuvvet komutanlığına getirmiş olduğu Selman Farisi ve Usame b. Zeyd gibi Hazretlerinin görevden nasıl alına bilinir. Bunları Ehl-i Sünnet vel cemaat alimlerine sormak lazım değilmi , 1422 yıldan beri söyledikleri yalanlar henüz tamam olmadımı ? Acaba bunlar ve bunlara uyanlar Allah’a ve Allah’ın Peygamber ( s.a.v. )’me hesap vermiyecekler mi ?

    Bütün bunlardan sonra eğer mes’eleye biraz derinlemesine bakılacak olunursa görülecektir ki ;İnsan’ın selâmet üzere yaşayabilmesi, hayatın bütün birimlerinin, bütün unsurlarının tek bir nokta da odaklaşması, birbiriyle ahenkli olması lazımdır ve bunun için de işlerin tek bir mutlak üstün kudretin inhisarında bulunmasi icab eder ki, böyle bir mutlak- üstün kudret vardır ve bu mükevvenatı ve insan’ı yaratan , Allah’dan gayrisi değilidir.

tevhid

    O halde, insan’ın idaresi, ona hüküm edilmesi de Allah’a mahsus bir haktır ve bu hak, Allah’ın nasbettikleri aracılığıyla yerine getirilir. Bu ilahi tayine, bu ilahi nasba lâyık olanların ilahi akide nizamında, bir takım özellikleri, nitelikleri belirlenmiş sıfatları vardır, ve onlar, ilahi hükümet nizamının kurulmasında, korunmasında ve ilahi hükümlerin icrasında en liyakatli olanlardır.

    " De ki : gökleri ve yeri yaratan Allah’dan başkasını mı dost edineyim ? Ve O rızık veriyor, yediriyor ve yedirmekten beslenmekten münezzeh bulunuyor..." De ki : Bana İslam-ı kabul edenlerin ilki olmam, ve asla müşriklerden olmamam emredildi. " ( al- an’ âm Suresi : 14 . cü ayet meali )

     " Sizin veliniz ve idarecisiniz ancak Allah ve Peygamberi ile bir de iman edenlerdir ki, onlar namaz kılıp rükna gidenler ve zekat verirler..." ( Maide 55.ci ayet meali ) Bu ayetin anlamıda Allah’tan ve Peygamberi Resul’i Ekrem ( s.a.v. )’den sonra da rük’ü eden ve zekat veren tek kişi ise İmam Ali ( a.s. )’dır. Bu konu hakkında geniş ve detaylı bilgi belgeleriyle ispatlanacaktır.

    " De ki ; insanların Rabbi’ne sığınırım... İnsanların melikine ... İnsanların ilah’ına..." ( al- Nâs Suresi : 1-2-3- .cü ayetler meali )

    Tevhid akidesinin bir diğer manası da şu ki, bu mefhum, bütün nimet ve zenginliklerin, bütün mevcudatın malikyet hakkını en mutlak ve asıl manasıyla , Allah’a tahsiz eder. O’ndan gayri hiç kimse, re’sen doğrudan doğruya hiç bir şeyin maliki ve sahibi olamaz. İnsanın elindede ki,  her şey, ondan faydalanmak ve ilerlemek ve yükselmekte yardımından istifade etmek üzere bir emanettir.  İnsan mükevvenatın sonsuz varlık ve unsurunun emek veya fonksiyonlarının semeresi olan herşey, gelişi güzel harcamak, yok etmek hakkına sahib değildir ve onlardan, yükselmeye, tekamül aykırı şekilde istifade edemez. Her bir şey, her ne kadar insan elinde olsa bile, bütün bunlar ona Allah’ın bir lütfudur... O halde, onlardan Allah’ın belirlediği sınırlar içinde istifade etmelidir. Bu hususa riayet ettiği takdirde, gerçekten, kendi tabii ve asil yoluna kendisi için yaratılmış olan yola uygun hareket etmiş olur ve bu nimetlerden bundan gayri yollar için istifade ederse, kendi tabiatından da sapmaya uğramış olur ; bu ise, fesad’dan başka bir şey değildir, insan’ın , bu ilahi nimetleri  rengarenk âlemin’de ifa etmekle mükellef olduğu rol bu nimetlerden doğru şekilde istifade etmektir, faydalanmaktır, elbette önce geliştirip olgunlaştırmak şartıyla bu mümkün’dür...

    "... De ki : Arz ve O’nun üzerin de olanlar kimindir, eğer idrak ediyorsanız ? Diyeceklerdir ki : Allah’ındır... sen de de ki : " O halde niçin kendinize gelmezsiniz ? " ( Mü’minûn Suresi : 84- ve 85 .ci ayetler meali )

     " Allah, o yaratıcıdır ki, yerden olan her şeyi sizin için halketti..." ( el Bakara Suresi : 29.cü ayet meali )

     " Allah’a kulluk edin, çünkü sizin O’dan gayri bir mabudunuz, ilahınız yoktur. O sizi arzdan halketti ve arz’ı ima’ra memur kıldı !.." ( Hûd. Suresi : 61. ci ayet meali )

     " Allah’a ahidde bulunup bağlandıktan sonra, bu ahidlerini bozanların ve Allah’ın bağlanmasını emrettiği bağları koparanların ve yeryüzünü fesadea verenlerin nasibi Allah’ın lanetine uğramaktan başka bir şey olmaz. "( Ra’d Suresi : 25.ci ayet meali )

     Tevhid mefhunu ve akidesi, insanları, cihanın nimetleri konusunda " Hakk " anlayışıyla birlikte tanıyor :

     İmkan ve fırsatlar, insan’ın ihtiyarına eşit ve herkes için olacak şekilde konulmuştur. Ta ki, herkes bu imkan ve fırsatlardan, en yaygın ve ihtiyacını karşılayacak şekilde ve sarfettiği emeğe göre nasibini alacaktır. Mükevvenatta hiçbir şey, belli bir ırk’a, coğrafya’ay, zaman kesimine, ve hatta ideoloji’ye mahsus değildir. Herkes, iradesini kullanarak, cihanın her türlü nimetlerinden istifade edebilir.

      " yeryüzünde olan herşeyi sizler için ( yani bütün insanlar için ; küçük bir grup için değil tüm varlıklar için ) yaratmıştır. " ( Bakara Suresi : 29 . cü ayet meali )

     " Hatyvanlar da yaratmıştır, onlarda sizi ısıtacak şeyler ve bir çok faydalar vardır, onların etlerini de yemedesiniz... Onları getirirken de, götürürken de zevk alırsınız... Ve yüklerinizi taşırlar... (... ) Size semadan su indiren, O’dur. Ondan içersiniz, hayvavlarınızı otlattığınız bitkiler de ondan biter... Allah onunla size ekinler, zeytin ve hurma ağaçları, üzümler ve her türlü üzümü yetiştirir... Yeryüzünde renga renk şeyleri de sizin için yaratmıştır... (... ) " (Nahl Suresi : 5- 6- 7- 10- 11- 13 .cü ayetler meali . )

     " Binek olarak kullanmanız ve etlerini yemeniz için hayvanları size faydalı olarak yaratan, Allah’tır . "( Ğafir Suresi : 79 . cü ayet meali ).

     Ve yine Nahl süresini başında alınıp birbirine bağlamalı sunulan yukardaki ayetlerde de, hep insan’a hitab edidilği görülür, insanların tamamına ; yani her hangi bir ırk veya soya değil’dir.

kabe

    Bütün bu söylenenler, " tevhid mehhumu ve akidesi’nin son derece zengin, çok yönlü ve derin olan muhtevasından bir kaç söz ..." Bu kısa işaretlerle bile, denilebilir ki ; " tevhid " mefhum ve akidesi yalnızca bir zihni, fikri veya hikmeti nazariye olmayıp, kulli ( yani her şey ) bir hayat telakkisidir. Bazılarının zannettiği, gibi hayata, hayatın mes’ellerine yaklaşmayan, insan’ın problemleriyle meşgul olmayan, onu yönlendirmeyen, onun çalışmalarına ve davranışlarına karışmayan ilim’dışı bir telakki değildir, kendine özgü, nev’i münhasır, bir sistemdir. İnsan’ı cihan’ı insan’ın diğer insanlarla ve diğer yaratıklarla ve bütün mükevvenatla ilişkisini tanzim eder. Tevhid akidesi , tarihle , insanların ve istidatlarıyla, ihtiyaclarıyla, istikametleriyle, ilerleme ve yükselmeleriyle ilgili her konunuda temel kaideleri koyar. İçtimayi hayatı tanzim eden br sistem olarak, insan toplumunun olgunlaşması yolunda tevhidi bir macianın bünyesine göre asli sınırlar içinde uygun, kolay ve süre’atli yolları işaret eder ; hem hulâsa ve ruh olarak ve hem kalıb olarak. Binaenaleyh, her nerede, cahili ve taagut’i toplum varsa ( yani ya halkın bilgisizliği ve şuursuzluğu üzerine dayalı veyahut da onların doru ve olgun insan!ı değerlerine galibe çalarak bir sistem kurulmuşsa ) tevhid akidesi o toplumu temelden değiştirecek planlar sunuyor ; olgunlaşmamış ve hasta ruhlara bakatlıkta olan sosyal bünyelere bir tufan mahiyetinde esiyor ; o sosyal bünyede ki, ruhsuzlukları, menfilikleri keşip atan bir hançer oluyor, içtimai ve iktisadi bünyeyi şeklen de ruhen de değiştiren, insan’ı ahlâk’ı değerlere ulaştıran, sözün özünü ifade eden ; bir güç olarak ; insan’a ve içtimai hayata musallat olmuş olan güçlere karşı hücuma geçen, ve bu yöndeki mücadeleleri olgunlaştıran, besleyen, yeni ufuklar sunan bir zengin kaynak oluşturuyor. O halde "tevhid " , sırf nazari konularda sınırlı bir fiil değeri olan yeni bir cevab değil ; kendi fıtratinden, tabiatından uzaklaşmış olan insan için yepyeni bir dünyadır , yepyeni bir hayat yoludur. Sadece zihni ve nazari bir dayanak değil ; amelen rıza olunmalı ve yaşamak için plan proğram sunan bir akide gibi...

 

       Tevhid akidesini bu şekilde ele alırsak, inanıyorum ki, bu akide , dinin ( yani kurulan devletin ) bütün temellerinin üzerine bina edildiği asli maya’yı oluşturmaktadır. Esasen, tevhid akidesi yalnızca, tabiat ötesi, metafizik konularda izahlar getiren bir sistem olsaydı ; belki ahlâk’i ve irfan’i konularda sözkonusu edilebilecek zarif bir tasavvur olmaktan öteye geçemez ve böylece de " İslam-i yaşayış şekli " dediğimizde anlaşılması gereken muazzam akidevi nizamın bir sosyal nizam olarak sözkonusu edilmesine vesile olamazdı.

     Burda bu konuyuda unutmadan elbette şurasını da hatırlatarak hatırdan çıkarmamak gerekir ki, tevhid akidesine ve Allah’a inanan niceleri, bu akide aşkı’nın aynı almeli ve özellikle de içtimai boyutlarını etmekten gaafil olmuşlardır hayut da bu boyutu da bu boyutları kasden görmezlikten gelmişlerdir. Ama, bu gibi safdillerin yaşayışları ile ; " tevhid "  akıde aşkı ilkesine inanmayanların ufûneti taşlanmış ve şirk içindeki yaşayışları arasında fazla bir fark olmamıştır...

     İslam güneşinin doğduğu sırada, Mekke’de, ki Mekke, putperestliğin merkezi ve ünlü Arab putlarının adeta başkentiydi. " İbrahim’in hanif " dinin ( devletinin ) taraftarları da vardı. Ama, onların tefekküründe var olan " tevhid akide aşkı " kalbde ve zihin de taşınan, bir akıdeydi ve en fazlasıyla da, bir ferdi davranış şeklinden, ferdi bir amelden daha ileri bir mana ifade etmiyordu.

     Bu yüzdendir ki, onların, o putperest toplumda en küçük bir fikri ve içtimai tesirleri yoktu. O caahiliyye sapıklığında, o esef verici toplumda bu sözüyle " müvahhid " ( tevhid ehli ) insanların hemen hemen hiç bir tesiri bulunmuyordu. Putperestler ve bu sözde tevhid ehli olanlar bir arada, aynı muhitte yaşıyorlar ve bunlar birbirlerini için bir tehlike, bir galie oluşturmuyorlardı. Çünkü bu sözde tevhid ehli de o toplum düzeninin adetlerinin çirkinliklerinin içindeydiler ; fikri nazari olarak " tevhid akidesi’ne bağlı olmaları, onları o haysiyetsiz hayattan uzaklaştırmıyor ; bu "tevhid akidesi’nin  o hayat’a, o haysiyetsiz yaşayış tarzını, ferdi ve bilhasa da içtimai açıdan hiç bir özellik yansıtamıyordu.

kabe

      İşte büöle bir atmosferde, böyle içtimai yapı içind " İslam-i tevhid akide aşkı " , özel bir yaşayış şeklini göstererek, bir hayat usâresi olarak, toplum bilm selametini gösteren plan ve prıgramlara sahib olarak sahneye çıktı... Ve daha ilk adımda kendi varlığını bir inkilabçı devrim daveti olarak inananların da , inkâr edenlerine de açıkça ortaya koymuş oldu.

      Ve herkes anladı ki bu, yeni bir siyasi, iktisadi, içtimai, hukuk nizamın davetidir ve halen de olduğu gibi, dünyadaki hiç bir sistemle uzlaşmaya yaklaşmasıda mümkün değildir !...

" Efradın cami, ağyarını mâ’ni" !... ( kendi unsurlarının herbirini kuşatan, ve kendidışından hiç bir şey kabullenmeyen, " bütün’cü bir akide aşkı " )...

      Onu kabullenenler bu akideye öyle bir sarahatle açıklıkla ve âşikane bir şekilde yöneldiler ki, ve bu yola başkoydular ki ; düşmanları da aynı şekilde ve en vahşi usüllerle diş gösterdiler ve karşı koymalarını, mukavemetlerini hergün artan bir şekilde sergilediler.

      Bu tarihi vakia, bütün tarih dönemlerinde ortaya " tevhid akide aşkı bağlılıkları iddiasıyla çıkan hareketlerin doğruluk ve eğriliklerini ölçmek için bir örnek, bir ölçü olabilir." Her kim ki, " İslâm öncesi Mekke’sinde ki, gibi bie tevhid akidesi’yle ortaya" çıkarsa, onların gerçekten de " tevhid " akidesi’ne bağlı olduklarına inanmak zordur. Tevhid, bütün cihan’a kulli bir barış getirecek boyutlarda olmalı, herkesi aynileştirmeli, Allah’a yönelmeli... Yoksa, sadece zihinde kabullenilen, sadece kalbde yer tutan ama, ameli prtaik hayatta yansımayan bir " tevhid akidesi ’, ilahi peygamberlerin , elinden sunulmuş olan " tevhid" değildir. Tabiidir ki, peygamberin davetindeki dinanizm, öyle bir " tevhid " anlayışına yer vermez.

      Böyle bir bakışla, " İslâm’ın yükseliş ve yayılması ile, sonraki dönemlerin " gerileyen, infiali tepkici duruma uğrayan İslâmı " arasındaki farka, bunları tanımanın sırrına da ulaşmış oluruz.

      İslam Peygamber’i " tevhid akidesi’ni halkın önüne bir yol olarak koymuştu... Ancak " sonraki dönemlerin İslâm’ı öyle nazariyeleri tartışma zeminine getirdi ve öyle mücadeleler sözkonusu oldu ki, artık orada, Peygamber’in İslâm’ının getirdiğinden ap ayrı, yeni bir dünya görüşü" yeni bir hareket teorisi yeni bir yaşayış şekli sözkonusu idi. Tamamen peygamber ( s.a.v. )’ın sünnetinden caydırıldığı ve Emevilerin sömürgeliğine bir zemin hazırlarcasına teslim edildi. Artık, en ince kelâm tartışmaları yapılıyor, kelime oyunlarıyla vakit dolduruluyordu ; tevhid artık bu olmuştu ! Artık, bir nizamın içtimai, iktisadi, siyasi, hukukki bütün bünyesinin asli mihveri olan bir " tevhid akidesi aşkı " yerine ; " kelâm tartışmaları " ile parlatılmış, bir güzel ve san’atkârane tablo olarak bir sergide asılıp teşhir olunan " tevhid akidesi " gelmişti...

      Sırf göstermelik, teşrifat gereği diye geliştirilmiş böyle bir hayat tarzından ne beklenir ki ? Tekrar belirtmek gerekir ki, " tevhid akidesi ", ameli pratik açıdan, içtimai hayat için , hem bir ruh ve hem de bir kalıp ve şekil ifade eder . İslam’ın insan hayatı için getirdiği sistemin ancak " tevhid akidesi’nin gölgesinde mümkün olabileceğini, İslam’ın ancak bu suretle kendine özgü bir yaşayış tarzı olabileceğini, bilmek gerekir...

    Keza, nazari açıdan da , " tevhid " öyle bir akidevi temeldir ki, üzerinde yükselen nizamın kaynnaklanması, ona yönelmesi şarttir.

     Bu izahlardan sonra, sözümüzün başına dönebiliriz ve mes’eleyi bu sohbetin üzerine kurulduğu açıdan araştırmamızı genişletebiliriz...

     Dedik ki : " Tevhid akidesi’ne karşı ilk savaş başlatanlar toplumun mütgallibe taifesini, güçlü tabakasını oluşturanlar ve idareyi ellerinde bulunduranlardı. Bu, şuna işaret etmektedir ki ; bu akidenin darbe vurduğu, zarar verdiği, herkesten çok bu sosyal kesimdir, sosyal hayata musallat olmuş olanlardır, toplumun güçlüleridir. ( Kur’an-ı kerim’in  deyimiyle, " müstekbir " lerdir . )

     Ve yine dedik ki ;  "Tevhid davet " , bütün tarih devirleri boyunca, her ne zaman içtimai hayata adım attıysa, derhal, kendisini bu tasallut sâhiblerine, müstekbirlere karşı " hasım taraf " olarak ortaya koymuş ve bunun neticesi olarak, toplum iki zıt kutbu arasında, iki çeşit zıt aksülamel tepki oluşmuştur : Müstekbirler tarafından tecavüz, taruz ve inkâr... Mustaz’aflar tarafından ise, temayül, kabul ve himaye...

      Daha sonra, dedik ki, bu iki çeşit aksülamel, tepki, gerçekte " asil tevhid akidesi’nin göstergesi haysiyetidir. Ve bütün zaman kesimleride, olduğu gibi gelecekte de " tevhid akidesi " , gerçek mana ve şekliyle, dosdoğru sözkonusunu edildiğinde, toplumda, sözünü ettiğimiz kutuplaşma, cepheleşme, ve mukabil tavır alışlar, kaçınılmaz olarak ortaya çıkıverecek ; tıpkı geçmişte de olduğu gibi...

     Burada, " tevhid  akidesi’nin umumi yapısı ve muhtelif boyutlarından hangisi hususun " müstekbir " kesiminin varlığıyla tezad teşkil ettiğini görmek gerekir. Veya, suali şöyle soralım : Müstekbir ( yani idareci veya yönetici zalim olan ) sınıfı " tevhid akidesi’nin dünyaya bakış açıları için getirdiği hangi ölçüden veya insan toplumu için tebliğ ettiği hangi çözüm yolundan zarar görmektedir de ; onunla böylesine kat’i ve amansız bir şekilde savaşmaktadır ?

     " Müstekbir’in çehresini tanımak için ( Kur’an’daki pek çok hükümlerden yardım alabiliriz. " ) " Müstekbir" ler Kur’an’da 40’dan fazla yerde zikredilmektedir ki, bu ayetlerde, onların ruh’i ve içtimai özellikleriyle, makam ve menfaatlere temayül ve tapınmaları sözkonusu edilmektedir :

      Bunları umumi bir çerçeve içinde gözden geçirelim : Mâbud’u , " Lailaheillallah" mefhumuna uygun olarak idrak etmek, hakimiyet ve malikiyet’in mutlak ve inhisari manada yalnız Allah’a ait olduğuna inanmayı da gerektirir

Bu ibare, sırf, zihnen  kavranılan bir mefhum ; teşrifat icabı söylenmiş bir söz ve sınırlı bir hakimiyet midir, değil midir ?

      "... Şüphe yok ki, onlara, " Lailaheillallah " ( Allahdan başka ilah yoktur ) dendiği zaman, ululanmaya, büyüklenmeye ( ki bunlar müstekbirler’e mahsus hallerdir ) demeye başlarlardı..." ( es Saffaat Suresi : 35.ci ayet meali  )  

    " Onlar fazilet ölçülerine başvurmaksızın da, kendilerini diğerlerinden büyük ve üstün görüyorlar, kuvvet ve servetlerine göre oluşturdukları câhili ölçülere sığınıyorlar : Yer yüzünde, haksız yere ululanmaya büyüklenmeye kalkıştılar ve  " bizden daha güçlü olan, kimdir ? " dediler ."( Fussilet Suresi : 15. ci ayet meali )

Bu baatıl tasavvurları yüzündendir ki, Allah’ın " yeni nizam getiren ve en doğru ve en olgun ölçüleri belirleyen" ayetlerini inkâr ederlerdi :

      " ... Ona ayetlerimiz okunduğunda, başını müstekbirane, kibirli bir şekilde çevirir; sanki duymaz onu, sanki kulağında da ağırlık var ; ona, alem verici azabı müjdele..." ( lokman Suresi : 7. ci ayet meali )

     Nebi’nin davetini başka türlü göstermek için, inkâr ve yalanlamaya başvuranlar ve bunu yaparken , " eğer bu söylenenler doğru olsaydı, biz onu herkesten daha çabuk anlardık ! " bahanesine tutnurlar.

     "...İnkârcılar, hakikati örtenler ( kaafir yani faşistler ), inananlara dediler ki : eğer onların yolunda bir " hayır olsaydı, ( o davet doğru olsaydı ), biz onlardan daha önce bağlanırdık o davete !... ( el’ Ahkaaf Suresi : 11 .ci ayet )

     "... Onlara bir ayet geldiğinde, " Allah’dan bir haber bize de gelmediği müddetçe, iman etmeyiz " derler..."( el’ E n’am Suresi : 124 .cü ayet meali )

     Müstekbirler, yani faşist idareciler , tevhidi davetin rehberini, önderini makamperest ve menfaatperest saiklerle hareket eden kimseler olarak tanıttırlar ; ve bunu yaparken de eski, kof adetler yani yanlış adet ve törlerinde faydalandılar ki, bunlar onların düzenini baştan ayağa kuşatmıştı ve böylece, tevhid’i davetin halk arasında azalmasına çalıştılar.

     "... Onlar Musa ile Harun’a ; Sen bizi babalarımızdan bulduğumuz yol üzerinden çevirmek için mi geldin ? Yeryüzünde saltanat ikinize mi ait olacak ? Biz ikinize de iman etmeyiz."  Dediler. "  ( Yunus Suresi : 78 .ci ayet meali ).    

     Zorbalık ve tezvirat yoluyla ahmaklaştırma ve zor kabul ettirme usülleriyle ; halkı kendi beğendikleri köleliğe, karar vermeye ve hüküm sahiblerine kayıtsız şartsız teslimiyete çekiyor ve her davete karşı mukavemet ve mukabelede bulunarak engellemeleri sergiliyorlar...

    " ... Ve Rabbimiz derler, gerçekten de ulularımız ve büyüklerimize  itâat ettik de onlar, sapıttı yolumuzu ; Rabbimiz, onlari iki kat azaplandır ve onlara, pek büyük bir lânetle lânet et. " ( el’ Ahzâb Suresi : 67- 68 .ci ayetler meali )

    "... Zayiflar kıyamet’te müstekbirlere şöyle diyecekler : Biz dünya da size itaat ederdik. Şimdi siz, bizden bir kısmını savurabiliyormusunuz ? ( el ’ Mü’min Suresi : 47.ci ayet meali )

     Gerçek yönüyle ve aslına bakarsan bu ayetin anlamını İslam’da toplum başına geçmış ve müslüman halk kitlerini kötü bir muameleyle idare etmiş müslümanların ilk üç halifelerine sormak lazımdır . Çünkü bugünkü bilgiye  ve teorisiyene sahip olmanın nedenleri bu şahıslardan gelen İslam sentezilerine sahibtirler. Kendi peygamberine senin vasiyetine ihtiyaçınız yoktur, sadece Allah’ın kitab-ı Kur’an-ı Kerim bizlere yeterlidir diyen Ömer b. Hattab acaba yukarda ki ayetlerde geçen sorumluluklarına da katlanabilir mi ? fazla bir sorum yok şu anda !!!

     " Fir’avn rejiminin önde gelenleri ( halk’a hitaben ) dediler ki : bu ( Musâ ) çok bilgili bir sihirbazdır, ve sizi yurdunuzdan çıkarmak bir shirbazlık hüneriyle çıkarmak istiyor..." ( el’ A’raf Suresi :  109- 110 .cü ayetler mealleri )    

    Ve sonuda, Peygamber ve O’nun safında olup, zaalim güç ve rejime karşı dikilip, O nizam değiştirmeye cehd ( yani cütretçe ve mertçe baş kaldırmaları ) edenleri öylesine çetin zorluklara, müşküllere, ve hücumlara ve saldırılara maruz bıraktılar ki, ellerinden gelen her kötülük ve pislikleri nefretle icra ettiler.

     "... Yokluk ve ölüm o ateşin sahiblerine, ( ashab-ı uhdud’da, o alevli ateşin sahibleri ki ) ; O’nun etrafına oturup, mü’minlere yapılan işkenceleri temaşa ( yani kendi keflerinde söz konuları yapıp , eğer bizlere uysalardı bu onların başlarına gelmezdi alaylarıyla ) , alaycılıklarına devam ederlerdi. ( el’ Burûc Suresi 3, 7. ci ayetler meali )

    " Fir’avn müşavirlerine, yardımcılarına dedi ki : Bırakınız da, Musa’yı öldüreyim... O kendi İlah’ını, istediği kadar yardıma çağırsın !

     O’nun, sizn dininizi ( yani Fir’avn devletini temellerinde  halkın beynine musallat olan bozuk düzen akidesini değiştireceğinden ve yer yüzünde kendi isteğine ve fesat çıkaracağı bir devlet kurmak istiyor ) halkı buna karşı ayaklandıracağından korkuyorum..." ( el ’ Mü’min Suresi : 26.ci ayet meali)

      Bunlar , " müstekbir’lerin özellilkle konsunda, Kur’an ayetlerinden küçük bir örneklerden dir. Bunlara benzer ve daha çok devletleşme şekillerinin tetiklerine çok sayıda ayetler mevcuttur.

     Kur’an; müstekbir’lerin yani faşizm ve emperyalizm devletleşmelerine karşı, azgınlıkta ileri gidenlerin, özelliklerini ya özel tipler olarak veya belirti şahıslar olaraki herbirini sembollize eden ifadelerle tanıtmaktadır. Emperyalist güçlere ve onların kapitalizm mine  karşı peygamberlerini görevlendirmekle en doğru yolu seçiyor, ve ezilmiş halk kitlerinin kurtuluş yolu bundan başka bir şey değildir diyor.

       "... Bu Peygamberlerden sonra, Musa ile Harun’u Fir’avn ve cemaatine ayetlerimizle, gönderdik. Ama onlar kibirlenerek iman etmediler. " ( Yunûs Suresi : 75. ci ayet meali )

       " Kur’an, Fir’avn ve Haman’ı hatırla !... Musa, onlara apaçık delillerle gelmişti ki, onlar yeryüzünde ( Allah ve Kulları karşısında ) büyüklenmişlerdi..." ( Ankebut Suresi : 39.cü ayet meali )

       Fir’avn’ı tanıyoruz. Haman ise, Mısır’da, Fir’avn düzenin’de, Fir’avn’dan sonra gelen özel müşaviri !... Kur’an’da geçen " meali’i Fir’avn " terkbinden maksad, yani , Fir’avn düzeninin büyükleri !.. Fir’avn düzenini onlar yönlendiriyorlardı, onların rey sahibi olanlar ; Fir’avn’la işbirlikçileri... / el ’ A’raf Suresi : 126 ve devamı ayetlerde bakabilirsiniz ... )

      Karun ise, o meşhur altın yığıcısı , malperest, hanizeler sahibi’ zattır ki, hazinelerini altın ve gümüşten anahtarları bile , nice güçlü insanları dize getiriyordu...

      Çehreleri yani uşaklarını tanımakta Kur’an yetlerinden istifade ettimizde, aşağı yukarı bu ölçüleri elde edebiliriz. Caâhiliye toplumun egemen güçleri, hiç hakları olmadığı halge , toplumun siyasi ve itkisadi imkan ve güçlerine elkoymuşlar ve, bu haraç yiyicilikle, bu zaâlimae tasallutla, halkın zihnine de bir takım akidevi ve kültürel bozuk değerleri çeşitli usûllerle yerleştirip, kitleleri kendilerine teslim olmaya mecbur etmişler ; bu tasallutlarını ve imtiyazlarını koruyup sürdürebilmek için ; uyandırıcı, aydınlatıcı olan her daveti ve elbette ki, inkilapçı ve kökten değiştirici davetleri daha da şiddetle karşı çıkıp yok edebilmek için yorulmak bilmez  bir mücadeleye girişmişlerdir ki ; bu onlar için bir ölüm kalım mücadelesi haline getirilmişlerdir.

       Şimdi tekrar asıl konuya dönelim ; Peygamber, " tevhid akidesi’ni nasıl sözkonusu ederdi ? Peygamberler ( ve haliyle onların şeriatini taklitini takip eden mektepler ) bu akide’yi  nasıl sözkonusu ettilerki ; bu sunuş, ayet kolay bir şekilde ; müştekbirler yani faşist idareciler açısından " tahammül olunamaz " olarak niteleniveriyordu ? Ve bu tahammülsüzlük hangi sebepten dolayıdır ?

       " Tevid akidesi " sözkonusunu edildiğinde, bu taife niçin tahmmül edemez duruma geliyor ?

" Tevhid " öyle bir paroladır ki, bütün ilahi peygamberler davetlerine bu ıstılah’la başlamışlardır, bunu biliyoruz, Tek bir cümle ile !...

     " Allah’dan başka ilah yoktur " deyiniz ki, kurtuluşa erişesiniz ..."

      İslâm Peygamberi’nin lisanında ve dilinden mevsuk olarak nakledilen şu cümlelelere kulak verelim :

      " Ey halk ! Allah’a ibadet ( ve kulluk ) ediniz, ki O’dan gayri bir ilahınız  ve ma’budunuz yoktur ! "

       Diğer büyük peygamberlerin sözleri de bizim peygamberimizin sözlerinden farklı değildir...

        Nuh... Hûd, Salih, Şu’ayb, vs... Bu resullerin davetleri’de davet’in beşer  tarihinde ki merhale  taşları olarak, Kur’an ’da bir kaç yerde zikr ve tekrar olunmaktadır.

        Bütün bu sözlerde,  herşeyden, Allah’dan gayrisine ibadet ( yani kulluk edilmemesine ve başka hükümdarların kanunlarına uyulmamasına ve onların idare şeklindekilere uyulmamasına defalarca tekrarlarken bizler neden  onların kanunlarıyla idare ediliyoruz  ve  edilmesi gerkenler neden yapmakta zorluk çekiyoruz ) edilmesinin yasaklanması konusunda ağırlık verildiğini, istinad edildiğini, " tevhid" in öncelikle bu açıdan sözkonusu olduğunu görüyoruz...

         Peygamber bu parola sözleri bilinçsiz taâguti cahili bir düzenin , rejiminin bataklığında iyice batmakta, yok olmakta olan cahil ve gaâfil halka ulaştırır ; onları Allah’dan gayri hiçbir şeye ubûdiyette ( yani kullukta ) bulunmamaları için sakındırıyordu. Bu ise gerçekte, O’nun davetinin " ulûhiyyet, tanrılık " iddiasında bulunanlara karşı bir savaş ilanından başka bir manaya gelmediğini gösteriyordu... Ve bizlerde bunu böyle oluğunu bilerekte yanlışlıklar yapmaya devam ediyoruz ?

        Burada şu noktayı iyice anlamak lâzımdır : Bir toplumda " ulûhiyyet " davasında, " tanrı’lık " davasında bulunanlar kimlerdir ? " ilahi nitelikli savaş’tan maksad nedir" ? Ve bu yolda girişilen bir seferberlik, o topluma ( Peygamberlerin vaad ettikleri toplum modelinde olduğu gibi )  nasıl bir gelecek vaad etmektedir ?

" İlahi, tanrılık iddasında bulunmak " ! ... Bunun tedaisi, çağrışımı  genel olarak şudur : Yani, insanoğlunun tarihte daima taşıdığı " üstün kudret " inancına kendisinin sahib olduğunu sanmaktır !...

          Bu, sathi ve âmiyane bir genel tarif... Akılsız sapıklar, kendilerinden daha da akılsız olan halk’a içtimai ve siyasi münasebetlerinde, öylesine bir mana telkin etmişlerdir ki, güya, reddi mümkün olmayacak bir şekil de, ilahi ruh’u taşıyan tanrılardandırlar. Ancak , biz " ibadet" , ve rubübiyet " ve " ulûhiyyet " ıstılahlarının Kur’an’daki geniş manasına bakacak olursak, " ilahlık " mefhumunun daha da geniş bir manasını olduğu neticesine varabiliriz.

       " Kur’an’da " ibadet " ıstılahsını hangi manalarda kullanıldığına baktığımızda, ibadet’in bir diğer insan veya güç karşısında " kayıtsız ve şartız itaatkâr ve teslim olmamak "ma’ansına geldiğini görürüz. Kendimizi birisine kayıtsız ve şartsız teslim ettiğimizde, onun iradesine bıraktığımızda,  ancak onun istek ve emirlerine, iradesine göre hareket ettimizde, ona teslim olduğumuzda, ona " ibadet " ediyoruz demektir...

      " Ubûdiyet " budur. İbadet eden için durum, bu... İbadet ettiren için ise... İster içimizde, de yaşama şeklimizde ister dışımızda olsun ; bize kendisine râm eyleyen, " muti " yani zorunlu kılanan bedenimiz ve ruh’umuz’u kendi kudretine göre yönlendiren, bizim enerjimizi kendi isteği yöne sevkeden, yani bizi teslim alan her " güç " bizi kendisine " âbid " ( yani kul ) yapmış demekir...

       Bu gibi konular hakkın’da Kur’an-i Kerim’de şu ayetler zikredilmektedir :

       Davetinin başlangıcında , Hz. Musa’nın Fir’avn’a hitaben azarlayıcı nitelikteki sözlerine bakalım :

      " ... İsrailoğulları’nı kendine ibadet eder hale getirmeni bir lûtuf olarak görüp, ondan dolayı sana minettâr olmamı mı istiyorsun ) " ( Şuâra Suresi : 22.ci ayet meali )

      Bu ayetin hükmüne bakarak veya Fir’avn ve O’nun düzeninin şeflerinin ağzından diğerlerine hitaben ettiğni düşünmek yanlış olur. Çünkü bu ve bu gibi ayetler tamamıyla tüm devletleşme şekillerine karşı kulanılan ve kendi devletlerine karşı cephe ve savaş alan bir ilah’i hükümden başka bir şey değildir.

       "... Bizim gibi iki insan’a ( yani Hz. Musa ve Harun’a ) mı iman edelim ? Üstelik, onların kabileleri bize hala ibadet ediyorlar..." Bu sözlerin söyleminde ki, kast Fir’avn’un  kendi bilinci dışındaki görduğu Hz. Musa ve O’nun yardımcısı Hz. Harun ( a.s. )’lardan başkaları değildir. Çünkü Fir’avn Allah’ın peygamberlerini zavalı ve aciz görmekte ve onlarla dalga geçmektedir.( el’ mi’minûn Suresi : 46. ci ayet meali )

        Ve mübarek kutsal yasa sözlerine devam ederek Hz. İbrahim ( a.s. )’ın babası hakkında hitaben şöyle devam eder :

        " ... Ey babam... Şeytan’a ibadet etme ! Çünkü, Şeytan, rahman’a asi oldu ! " ( Meryem Suresi : 44.cü ayet meali )      Allah’ın bütün insanlara hitaben emr buyurduğunu ve O’nların kendi peygamber’lere çağırmanın gerçek ve anlamlı hitabı :

      " Ey Ademoğulları ! Size, Şeytan’a ibadet etmeyin ! O size apaçık bir düşmandır ! " diye ikaz da bulunmadık mı ? " ( yasin Suresi : 60 . ci ayet meali )

      Allah’ın, düşünen insanlara şefkatli vaadlerinden birisinde de şöyle buyurur :

     " Tagut’a ( haksız olarak hükümet ve tahakküm eden zorba güçlere ) " ibadet " etmekten kaçınıp, tam bir teslimiyetle " Allah’a yönelenlere " gelince... O’nlara müjdeler olsun !..." ( ez’ Zumer Suresi : 17 .ci ayet meali)

Ve keza, Allah’a ilahi vahy’e iman ettiklerinden dolayı mü’minlerde noksanlık bulanlar kendi açılarına şöyle hitab ederler :

      " O kimseler ki, Allah kendilerine la’net etmiştir, gazabına uğratmış, onlardan bir kısmını maymunlar, hırsızlar ve " taagut’a ibadet edenler " haline getirmiş... Böyleleri daha da şerir bir mevki’dedirler, kötü yerdedirler, ve doğru yoldan daha da sapmışlardandırlar ."( Maide Suresi : 60 .ci ayet meali ).

      Bu ayeyler Fir’avn’dan , onun rejiminin şeflerinden, tagut’tan şeytan’dan ve bugün kü devletlerin şekilerinden emir almayi , ve onlara itaat  etmeyi " ibadet "olarak isimlendiriyor, Ku’an-ı Kerim’de bu konudaki tüm ayetlerde de " ibadet " in bir gerçek veya farazi güç karşısında, ona rağbet ederek, isteyerek veya zorla, ama onu ma’nen mukaddes ve övgüyle lâyık bilerek karşısında boyun bükmek, mutlak tarafdarlık etmek, itaatlık ve teslimiyet manasına geldiğini görürüz.

      Evet böyle bir kudret, yani " mâbud’dur " ve on itaat eden ; " abd " ve âbid " ,dir, " kul’luk " edendir ! Bu izahlarla, " ma"bud" ve "ma’bud tutmak" ta diğer bir ıstılah olan " Allah " ve " ulûhiyyet’i " daha iyi yorumlaya biliriz :

      Cahili bir toplum düzeninde halk " müstekbirler " ve " mustaz’aflar" olmak üzere iki kısımdır. " müstekbirler", yani bütün işlere ve tabiatiyle  menfaatlere musalat olmuş ve idare şekillerin kendi emirliklere almış olanlardır. " Mustaz’aflar ; " ise yani, işsizler, mahrumiyet yoksulluk ve yalın ayaklılar içinde olanlar, ihtiyaç içinde  fakir ve zaruret içinde yüzenlerdir.

       Bu iki sosyal kesimin , sınıfın varlığı ve ortaya koyduğu adaletsiz tablo " ubûdiyet " konusnu en can alıcı şekilde izah etmeye yeter... Ve böyle bir toplumda, o toplumun tarihinde sözkonusu olan idare şekillerine " mabud" veya ilah’lar "tanımak için , insan , hayvan veya cansız cisimlerden bir mukaddes varlık, bir " ilah " bir " tanrı " aramak, boşına emek harcamaktır. Çünkü, böyle bir toplumda, en bâriz " mabud" en bâriz " ilah " ; mustaz’af sınıfı teslim almış ve esaret pençesine düşürmüş ve kendi doymak bilmez oburluğu için " mustaz’aflar’ın kesmiş olan " müstekbir sınıfı’dır.

      Böyle bir camia’da, toplumda, toplumun gerçek dini ( yani devlet’ti ) şirk’dir ! Çünkü halka’a hükmeden bütün bu zorba kesimler ve güçler ; halk’ı  eli ayağı bağlı gözü kulağı kapalı bir vaziyette kendi yol’larına sürüklerler.

Böyle bir toplumda, evet, en bâriz " put, ma’bud ve ilah " bu sınıftır, ve böyle bir toplumun dini " yani kurulan devletleşme şekli ise şirk’tir " Bu şekilde yapılan bir gerçek değerlendirmede ise bizim kendi devletimizde şirt’ten başka bir şey değildir. "

     " Şirk" yani ; Allah’dan ayrı olarak veya Allah’ın yerine , ulûhiyyet"  davasına kalkışmak veya böylelerine itaat ve " ulûhiyet" göstermektir !...

     " Şirk" yani ; hayatın temel işlerinin ve mes’elelerinin tanzimini, nasıl yapılacağını, programlanacağını Allah’dan gayrisine havale etmektir !..

    " Şirk " , yani Allah’dan gayri herhangi bir güce teslim olmak O’nu fikir ve düşüncesinde olan yasaları uygulamak ; ihtiyaç için ona yalvarmak !... O’nun belirlediği bir yol’da yürümektir !...

    Ve " tevhid " ise, " şirk’in tam karşı, tam zıd noktasında !... Bütün o " ilah’ları, ma’bud’ları " reddetmek ; onlara teslim olmamak ; onların tahakkümleri yani tasaları karşısında mukavemet etmek; onlardan yardım istemeyi, onlara itaat ve riayeti kalbden silmek !... Ve nihayet, onları ortadan kaldırmak için kendileriyle savaşmak ve düşman bilme ve mücadeleye katılmaktır !...

     Ve bütün varlığıyla, ancak Allah’a teslim olmanın yanında da Allah’a kul olmak...

" Enbiya ullah’ın, ilah’i peygamberlerin " hepsinin de ilk sözü, ilk parolası bütün " put ve taaguutları ", uydurma ilah’ları redd, inkâr ve yoketmeye ; ve Allah’dan gayri hiç bir " ilah, ma’bud " olmadığını isbat’ta yönelmektir :

" Biz her ümmet’e, yalnızca Allah’a ibadet ( ve kulluk ) etmeleri ve taaguut’tan ( yani Allhah’ın güç ve iradesine karşı çıkarak oluşturulan her kudretten ) yüz çevirmeleri, onlara kulluk etmemeleri için bir peygamber göndermişizdir. " ( en’ Nahl Suresi : 36.ci ayet meali )

     " Senden önce de, kendilerine ; " benden başka ilah, ma’bud yoktur, yalnızca bana ibadet ( kulluk ) edin ! " diye vahyetmediğimiz hiç bir peygamber yoktur !..." ( E’nbiya Suresi : 25 .ci ayet meali ).

     Demek oluyor ki, peygamberler bu söz ile , " tevhid " akidesimde sembolleşen hakiakt ile gitmişlerdir, sapık ve fesad " cahiliye " düzenlerinin  üzerine ve ; halkları da , " tagutlar " karşısında amansız bir mücadele vermeye sevketmişlerdir. Çünkü taagut düzenlernin koruyucuları olan güçler asil insan-ı değerlerden sapmışlar, azmışlar ve kendi zaalim düzenlerini sürdürebilmek için  sapık bir " düzenzislik değerler sistemi " oluşturarak , bunları halka  zorla kabul ettirmişlerdi. Peygamberler ise işte bu sapıklıklara ve bilhassa " şirk’e " karşı çıkmaya ; onları yok etmeye çağırıyorlardı. Halkı... bilhassa "şirk’ten sözediyoruz, çünkü, şirk’e  karşı çıkmak, gerçekte cahili bir toplumun temelini oluşturan içtimai, siyasi, iktisadi vs. Kurumlara müesseselere karşı çıkmak demektir." Zirâ, bütün bu müesseseler ; " şirk dini’nden ilham ve güç alıyor, toplumun adaletsizliği bu, " şirk " dini’ne göre vücud buluyordu. Ve daha da emperyalist falist güçler insanların inanç dini duygularını sömürerek din devletleşme sözcüklerinden yararlanıyor, tabi ki halk bunun bilincinde olmadığı içinde kendisinin Allah’a inandığını sanıyarak kendisini müslüman halklar kitleleri olarakta görüyor.

      O halde, İlah’lar , ma’bud’ların yokedilmesi için verilen mücadele gerçekler de, halkların güç ve kudretinin, hakkının elinde, zorla veya ahmaklaştırarak, uyutmak yoluyla alınması suretiyle, halkların sırtına binen sınır tanımaz arzu ve isteklerini doyurmaya koyulan herkese savaş açmak, onları mağlub ve yok etmek hedefine de yöneliktir.

      İşte bunlardan bizlere en açık bir şekilde örneklenen Hz. Musa ( a.s. )’ın " tevhid akidesi’ni " ileri sürerek ve " âlemlerin Rabbi " adına hareket ederek, Fir’avn’a karşı aleni bir savaşa girişti ve onu yok etti " Fir’avn’ın " etrafında toplananlar ise, Musa’nın kendilerine göre, suçlarını saymaya başladılar ve onu , kendi " tanrı’larının, ilah’larının, put’larının " düşmanı diye halk’a gösterdiler...

       " ... Fir’avn rejiminin önde gelenleri ona ( Fir’avn’a ) " Musa ve takipçilerini, " ( yeryüzünde bozgunculuk etsinler, fesad çıkarsınlar senden ve Senin ilah’larından yüz çevirsinler ) diye mi, bir kenarda tutuyorsun ? dediler . " ( el’ A’raf  suresi : 127 . ci ayet meali )

      Gerçi, hem Fir’avn ve hem de kendisinin suç ortakları gaayet iyi biliyorlardı ki ; o " ilah’lar, o cansız putlar" , Fir’avn’ın ve etrafının " tanrılık, ilahlık " taslayışına kılıf olmaktan daha fazla bir rol ifa edemezlerdi... Cansız put ; gerçekte, "canlı put’ların ortaya gizlice çıkarması " için ir bahane ve vesileden başka bir şey değildi !... Bu yüzden, Musa’nın bütün gökleri ve yeri halk ve idare eden mağrib ve maşrıg’te olan herşeyi " yed-i kudrettinde bulunduran, tek olan Allah’a iman etmesi ve teslim olması " için yaptığı davete karşılık olarak , Fir’avn O’nu ve takipçilerini " zindana atıp, en çetin işkenceler altında öldürtmek " tehdidiyle " cevap veriyordu :

       "... Fir’avn, eğer dedi, "benden başka bir ma’bud, bir ilah kabul edersen ; seni , kesinlikle, o zindana da olanlar " arasına katarım !... "( Şuâra Suresi : 29 .cü ayet meali )

      " Fir’avn ( kendini Musa ve tarafdarları karşısında haşin ve şiddetli bir şekilde davranmaya davet ve teşvik eden yardımcılarına ) " oğullarını topluca öldüreceğiz, kadınlarınıda sürgün edeceğiz ; biz şüphe yok ki, onlardan üstünüz ve onları" kahredecek güce sahibiz !... dedi . " ( el’ A’raf Suresi : 127. ci ayet meali )

"... Fir’avn, ( hiç beklemediği bir anda, o güçlü sihirbazlarının Hz. Musa’nın dinine iman getirdiklerini açıklamaları üzerine onlara ) : " ellerinizi ayaklarınızı çaprazvari kestireceğim ve sonra da hepinizi astıracağım ! dedi . " ( el’ A’raf Suresi : 124 .cü ayet meali )

      Allah ismi " tevhid akidesi ( aşkı )’nı  getiren peygamberler karşısında gösterilen bütün bu huşunetlerin, bu çetin zorlukların tek sebebi ; bütün âlemlerin nizamını bünyesind toplayan bu " tevhid  akidesi’nin şu manaya " gelmesi yüzndendir :

     " Allah’a inanmak... yani kainat’ta ( ve elbette insanın hayatı, yaşayışı üzerinde de ) hakimiyyet hakkının yalnızca O’na ait olduğunu kabullenmek... Yani , diğer bütün hakimiyyet iddialarını ( fikren de, fiilen de ) redd ve inkâr... yani , yalnızca Allah’a kabul kul olmak... yani, diğer bütün kayıtlardan kopmak..."

İşte islam-i tevhid ruh’u ve asıl idrak olunması gereken en parlak boyutlarının  işte insan -i kamil’liğinin erişmesindeki takva’nın vahy ruh’u budur.

  • Yazdır

    Arkadaşlarına gönder

    Yorumlar (0)