• Nombre de visites :
  • 2613
  • 10/11/2008
  • Date :

İslâm Ve Ekonomik Sorunlar   1

mescid

       Ekonomi meselesi ve tabiat kaynaklarının kullanımı olayı öteden beri insan hayatının en önemli ve zarurî parçalarından biri olmuş, insan hayatı daima önemli ihtiyaçlar ve bunların teminiyle iç içe olagelmiştir. Ancak bu durum, çağlar geçtikçe şekil değiştirmiştir; eski çağlarda tabiat kaynaklarından faydalanma ve günlük yaşamın temini çok basit ve doğaldı. Ancak, zamanla insanların daha büyük topluluklar oluşturmaları ve ilerleme gösterip daha büyük dayanışmaların içine girmeleri sonucu özel bir ortam oluşmuş ve ekonomi olayı da özel kural ve sistemler hâline gelmiştir. Nihayet 4 asır önce, yani kapitalizm devrinin başlarında ekonomi bilimi, ekonomik hayatın gerekleri doğrultusunda ele alınıp tedvin edildi.

        Son yüzyılda medeniyetin baş döndürücü bir hızla gelişmesi, bilim ve teknolojide yaşanan ilerlemeler, sanayi devrimi, iletişim araçlarındaki modernite ve milletlerin çeşitli sahalarda önemli ilerlemeler kaydetmesi; ekonomi biliminin, sosyal değişim ve gelişmelerin en önemli faktörü olarak takdim edilmesine neden oldu ve doğuyla batı bloklarında komünizm ve kapitalizm sistemleri kurumsallaştırılarak hayat düzenleri bu sistemler üzerine kuruldu. Doğu ve batı dünyasının bütün keşmekeş ve kavgası; insanın ekonomik sorununun nasıl çözüme kavuşturulacağı, günümüzün makineleşmiş olan ekonomisinin düğümlerini hangi ekonomik sistemin çözebileceği ve üretim faktörleri arasında servet dağılımının en adil şekilde hangi yolla mümkün olacağı hakkındadır.

Sınıflararası uçurumları ortadan kaldırabilmek için bilim adamlarının bulabildiği en önemli iki yol, kapitalizm ve sermayedarlığın büsbütün ortadan kaldırılması ve toplumun asgari geçim seviyesinin temin edilmesidir.

  Marksizm ideolojisi, Sovyetler"de Ekim Devrimi"nin gerçekleşmesini sağlayan bir okul oldu ve birinci yolu seçti. İkinci yol ve yöntemse, bugün çeşitli şekillerde batı ülkelerinin çoğunda uygulanmakta olan yoldur.

       Komünizm, sömürünün zulümlerini ortadan kaldırabileceğini ve dünyanın ekonomik problemlerini çözebileceğini iddia eder ve bunun da özel mülkiyet sisteminin kaldırılması ve bütün üretim araç ve kaynaklarının ortaklaşa -komün- kullanılmasıyla mümkün olacağını söyler. Komünizme göre özel mülkiyet tarihin bütün evrelerinde zulüm ve baskı getirmiştir. Bu nedenle de büyük mülkiyetlerin ilgâsı ve üretim araçlarının "burjuva" kesiminin tekelinden çıkarılıp kamusallaştırılması ve servetin adil dağılımıyla ekonomik durum tamamen düzelecek ve sınıfların ortadan kaldırılmasıyla kapitalizmin neden olduğu bütün zulümler son bulacak, sonuçta tek sınıflı toplum modeli oluşacak ve toplumda herkes birbiriyle eşit, uyum ve dayanışma içinde olacaktır...

     İşte bu noktada can alıcı bir soru çıkıyor ortaya: Tek sınıflı böyle bir toplum oluşturabilmek için sadece bir faktörün eşitlenmesi ve sadece bir dalda toplumun birbiriyle eşit hâle gelmesi yeterli midir? Oysa ki bir toplumda farklı sınıfların oluşmasını sağlayan daha birçok faktör vardır. Askeri, dinî, mezhebî, siyasî vb. nedenlerle oluşan sınıflar bunun en basit örneklerini teşkil eder. Bu durumda tek sınıflı bir toplumu oluşturabilmek için bütün diğer farklı faktörlerde de eşitlik sağlanmalıdır. Hâlbuki bugün sosyalist ülkelerde her ne kadar kapitalist ve burjuvazi adında bir sınıf artık kalmamışsa da işçi, çiftçi, emekçi, memur, komünist parti üyesi vb. gibi yekdiğerinden tamamen farklı birçok sınıf vardır ve bunların yaşam ve refah düzeyleri de asla eşit olmayıp birbirinden tamamen farklıdır. Sovyetler Birliği"nde bir doktorla bir hemşirenin aldığı maaş eşit midir sahi? Basit bir işçiyle bir mühendis aynı ücreti mi almaktadır? Kaldı ki düşünce, zekâ, eğilim, zevk, duygu, fizikî güç, yetenek vb. dallarda bireyler arasında daima farklılık olacak ve bu farklılıkların genetik olarak nesilden nesle aktarılmasını kimse engelleyemeyecektir. Komünist ideolojinin önde gelen isimlerinden biri şöyle diyor:

"Mutlak anlamda bir eşitliği sağlayabilmemiz müm-kün değil aslında; bilim adamları, düşünürler, siyasîler ve mucitlerin yaptıkları şeyleri basit bir iş seviyesine indirgeyemeyiz pratikte... Bunun getireceği sonuç fikrî yozlaşma, dogma, aklî ve teknolojik yaşamın üzerine bir sünger çekmekten başka bir şey değildir."

      Kapitalizm de ekonomi problemini ancak kendisinin çözebileceğini iddia eder ve özel mülkiyeti korur, diğer taraftan da işle emek arasında belli bir denge yaratmak ve sınıflar-arası mesafeleri azaltabilmek için zayıf ve fakir kesimin asgari geçim düzeyini temin eder.

      Bu reform girişimleri sınıflar arasındaki büyük uçurumları giderebildi mi sahi? Sınıflar arasındaki bu uçurumlar ve bazı zenginlerin efsaneyi andıran lüks ve konforlu yaşamı, aynı toplumun açlık sınırında yaşayan ve sayısı milyonları bulan yoksul kesimlerinin nefret ve tepkisine neden olmuyor mu? Söz konusu rejimlerde yaşayan bu insanlar bu fahiş farklılıklara sürekli seyirci kalacak ve tahammül mü edecektir? Günbegün artıp yayılan bu uçurumlar varken, toplumun problemlerinin giderilebileceğini söylemek mümkün müdür sahi?

        Sosyalist ve kapitalist rejimler insanların günlük yaşamının mihenk ve ölçüsünün maddiyat olduğu inancıyla hareket eder, ekonomik ve sosyal meseleleri insanın maneviyat ve ahlâkını dikkate almadan değerlendirirler. Maddeci olan bu sistemlere göre asıl hedef ve nihaî gaye zengin olmak ve mal varlığını artırmaktır, bundan öte bir hakikati görememektedirler. Oysa İslâm dini, kendisine has dünya görüşü ve kapsamlı felsefî anlayışıyla insanı bütün boyutlarıyla ele alır ve onu bütün özellikleriyle birlikte değerlendirir; bu nedenle de birey ve toplumun maddî yaşam seviyesini temin etmekle kalmayıp onun en önemli boyutu olan ahlâkî erdemlerle ruhî olgunluk ve kemallerine de önem verir ve bütün hüküm ve prensiplerinde bunu gaye edinir. İslâm"da servet, insanoğlunun bütün fıtrî istek ve gayelerinin gerçekleştirilmesi yolunda kullanılan bir araçtır sadece. İslâm ekonomi sisteminin ayrıcalıklı ve mümtaz özelliği, insanın fikrî değerini yüceltip düşünce seviyesini yükseltmek, varlık âleminin yaratıcısıyla yakın bir bağ kurmasını sağlamak ve madde ötesi yaşama inanmaktır.

      Batı dünyasında kanun sermaye sahibinden yanadır; işçiler ve diğer çalışanlar karşısında işvereni ve sermaye sahibini korur. Sovyetler"de ise bizzat kendi deyişleriyle kanun, sermaye sahibini ortadan kaldırmak için vardır.

İslâmî sistemde ise kanun ve hükümlerin kaynağı ilâhî vahiydir ki, bu da beşerî kanun koyucuların fikir ve eğilimlerinin ürünü değildir asla; bu nedenle de hiçbir sınıfı diğerinden üstün tutmaz, bir grubun maslahatı için diğerinin haklarına zulümde bulunmayı reva görmez.

       İlâhî vahiy ve Allah"ın emirlerine dayanan İslâm hüküm ve kanunları belli bir sınıfın maslahatlarını gözetmek için düzenlenmiş kanunlar değildir; belli bir grup ve sınıfın özel eğilimlerinden, hevâ ve heveslerinden ilham almamıştır; bütün varlık âleminin biricik yaratıcısı ve maliki olan rahmet sahibi yüce Allah tarafından herkes ve her şeyi kapsamına alacak şekilde ve mükemmel bir adalet düzeni çerçevesinde vazedilmiştir. Bu nedenle de belli bir kesimin diğer kesimlere üstünlüğü ve egemenlik hakkı gibi bir durum söz konusu değildir İslâm"da. Keza aynı nedenledir ki, adaletten sapılmasına yol açacak gerekçeler de kesinlikle yoktur bu dinde. İslâm"da yönetim için gerekli şartlara haiz kimse, belli bir kesim veya belli bir grubun adayı değildir; bilâkis o, halkın içinden çıkmış herhangi bir bireydir; hiçbir grubun lehine veya hiçbir kesimin aleyhine işleyecek şekilde kanun çıkaramaz, belli bir grubun çıkarlarını gözetemez.

İslâmî sistemde yöneticinin güç ve iktidarı, sadece Allah"ın emir ve hükümlerini uygulayabilmesi için kullanabileceği bir vesiledir; bu nedenle de, Yüce Allah"ın hükümlerini uygulama dışında hiçbir gücü ve ayrıcalığı yoktur onun.

       İşte böyle bir sistemde, yönetim mekânizmasında bulunanlar, kanun koyma gücünün getireceği gurur ve kibirden silkinmiş olurlar; kendilerinin, Yüce Allah"ın kanunlarını bizzat uygulamak ve başkalarının da uygulamasını sağlamakla yükümlü olduklarını anlarlar, bu hükümler karşısında kendilerinin diğer bireylerle eşit olduklarını bilirler. İşte böyle bir düzende insanlar gerçek anlamda bağımsızlık ve hürriyetin tadına varabilir, adaletin kesinlikle vuku bulacağına inanarak huzurla yaşarlar.

 ekonomik

       Beşerî sistemler, yukarıda da belirttiğimiz gibi eksiklik ve çelişkilerle doludur, bu nedenle bu sistemlerin kanun ve hukuk anlayışıyla İslâm"ı karşılaştırmak faydalı olacaktır.

       İslâm dini, kapitalist sistemin ürünü olan sınırsız, şartsız ve gayrimeşru mülkiyet ve sermaye anlayışının beraberinde gelen sorumsuz ve mutlak serbestiye ve bireyin aşırılık ve mütecaviz sorumsuzlukları karşısında toplumun müdahale hakkı ve gücü bulunmamasına karşıdır ve toplumu, sermaye sahibi birey karşısında önemli ölçüde görmezden gelen kapitalist sistemin aksine, bireye değer verdiği gibi topluma da değer verir; ama bu arada bireyin bağımsızlık ve hürriyetinin iptali demek olan ferdî mülkiyet hakkının iptaline de karşı çıkar. Keza, halkın rızkını ve geçimini devletin insafına bırakıp bireye zerrece değer ve bağımsızlık tanımayan komünist sistemin tersine, bireyin sırf tek kişi olduğu için topluma feda edilmesini ve halkın, karın tokluğuna devletin kölesi hâline getirilmesini de kabul etmez asla.

Komünistler, ferdî malikiyetin fıtrî bir olay olmadığına inanır ve hiçbir bilimsel bulgu ve belge göstermeksizin ilk insan topluluklarında özel mülkiyetin olmadığını ve herkesin komün hâlinde eşit olarak yaşadığını, ilk işverenin komünizm olduğunu ve günümüz dünyasında zuhur eden bireysel malikiyet anlayışının tedricen meydana geldiğini iddia ederler.

       Oysa gerçek hiç de öyle değildir; çünkü ferdî malikiyetin ortamla hiçbir ilgisinin bulunmadığı, sonradan edinme bir duygu da olmadığı ve öteden beri var olagelen bu duygu ve eğilimin her insanın yaradılış ve fıtratından kaynaklandığı ve fıtrî olduğu için de bu duyguya savaş açmanın tamamen anlamsız ve yenilgiye mahkûm olduğu herkesçe bilinen bir gerçektir artık.

      "Filsin Şale" şöyle yazıyor:

"Mülkiyet anlayışının bugün bunca yaygın ve mül-kiyetin sınırlarının bunca geniş ve belirsiz olmasının ve tarih boyunca çeşitli şekillerde yaygınlık kazanarak hiç değişmeden bugüne kadar gelmesinin nedeni, mülkiyet duygusuyla insanoğlunun yaradılış ve doğası arasındaki kopmaz ilişkidir. İnsan, ihtiyaç duyduğu şeylere doğası gereği sahip olmak, onları elde etmek ister, çünkü kendisine gerekli malzemelere sahip olmadıkça hür hissetmez kendisini."

"Bireysel malikiyetin üçüncü delili ahlâkîdir; ahlâkî açıdan mülkiyetin temeli emek ve kanaatkârlığa dayanır, insan emeğiyle kurulan ve oluşturulan her şey, insanın kişiliğinin uzantısı ve devamı olup tıpkı o insanın kendisi gibi saygın ve değerlidir."

       "Şale", ekonomik kalkınma ve sosyal üretim ve sermayenin artmasını sağlayan en önemli faktörün ferdî malikiyet olduğunu söyler ve şöyle der:

      "Ancak, malikiyetin en önemli delili sosyal yararıdır. Toplum, bireyin çalışmasına ve işgücüne muhtaçtır, bunun gerçekleşmesi içinse harekete geçirici bir unsur ve saik gereklidir, iş ve faaliyetin artışını sağlamanın en güzel yolu malikiyettir. Toplumun çıkarına uygun olan bir gelişme de, halkın tasarrufçu olması ve sermaye biriktirmesidir. Başka bir deyişle sosyal sermayenin artıp güçlenmesinin sağlanmasıdır. O hâlde toplum, bireylerin kendi biriktirdikleri tasarruflarına sahip olma hakkını tanımalıdır onlara; mülkiyet, hiçbir zorlama olmaksızın, bireyleri çalışıp tasarrufta bulunmaya teşvik eden yegâne faktördür."

       Yüce İslâm dini de sosyal yaşamın gelişip kalkınması için önemli bir faktör olan bu fıtrî eğilimi dikkate alır ve hukukî sistemin de getirdiği kanunlarıyla bunu destekler. İslâm dini insanoğlunun fıtrat ve doğasına uygun şekilde davranır ona; kendi alın teriyle ve meşru yollarla kazandığı serveti bireyin kendi hakkı olarak görür, bunu kanunen destekler ve üretimin, üreticinin malı ve onun hakkı olduğunu kabul eder.

     İslâm dini, bireysel mülkiyet anlayışının fıtrat ve insan doğası gereği zulüm ve haksızlığa neden olduğu görüşünü reddeder. Batı dünyası ve özellikle Avrupa"da özel mülkiyetin zulüm ve haksızlığa neden olmasının sebebi, bu beldelerde kanun koyuculuk yetkisinin bizzat sermaye sahipleri ve zengin sınıfın elinde bulunuyor olmasıdır. Bu durumda sermayedarların, bütün kanunî düzenlemeleri kendi çıkarları doğrultusunda tanzim edecekleri apaçık ortadadır. İslâm"da ise, daha önce de belirttiğimiz gibi, kanun koyma hakkı sadece Allah"a aittir, bu sebeple de İslâm hukuk düzeninde belli bir sınıf kollanmaz, sermayedarların lehine ve emekçinin aleyhine kanun çıkarılmaz. Bu nedenle tarih boyunca ne zaman İslâm kanunları uygulanmışsa, özel mülkiyet de var olmuş; ama zerrece zulüm ve haksızlığa neden olmasına izin verilmemiştir.

      İslâm nazarında, türlü zorluk ve meşakkatlere katlanarak, bir fabrika kuran adamın elinden fabrikası zorla alınamaz, zira böyle bir tavır her şeyden önce bireyin emek güvencesini hiçe saymak olup sosyal güvence ve saygınlığa aykırıdır, çalışma ve üretim şevkini de kırar. Ancak devlet, millî ve ekonomik maslahatları dikkate alıp sosyal adaleti sağlamak amacıyla stratejik üretim merkezleri ve aynı ölçüde özel öneme haiz kritik sanayi ve üretim birimlerini kendisi kurabilir veya kontrol altında tutabilir.

       Kısacası İslâm hem bireye, hem topluma önem verir, birini diğerine feda etmez; sosyal ve ekonomik problemleri gidermek için de sosyal adalet çerçevesinde serbest piyasa ekonomisi, nisbî mülkiyet, bireyin bağımsızlığı ve toplumun maslahatlarına dayalı bir düzen önerir ve özel mülkiyeti de, bireyin fıtrî ve doğal mülk edinme duygusundan kaynaklanan bir vaka olarak görür ve sosyal maslahatların, hududuna yani toplumun çıkarlarına serbesti hakkı tanır. Böylece insanlar, daha fazla üretebilmek ve daha rahat bir yaşam düzeyine kavuşabilmek için çaba gösterecek, bu saikla hareket edeceklerdir. Ancak, bireyin maddî gücünü kötüye kullanarak toplumun güven, huzur ve çıkarlarını tehlikeye düşürecek girişimlerde bulunmaması, zulüm ve haksızlığa sebebiyet vermemesi için de bu özel mülkiyet için belli şartlar ve çerçeveler tayin etmiştir İslâm. Bunun olumsuz ve zarar verici bir sınırlama olmadığını da hemen belirtelim. Çünkü toplumun varlığını korumak, sorumsuzluk ve lâubalilikleri önlemek ve kanunların uygulanmasını sağlamak için belli çerçeve ve sınırlamalar zarurîdir. Bu tür aklî ve mantıkî sınırlamalar hem bireyin, hem toplumun bekasını garantilemektedir aslında.

      Özel mülkiyet konusunda İslâm, sorumsuzluk ve kayıtsızlığı önlemiş, sadece meşru yollardan kazanılan serveti sahibinin hakkı olarak görmüş, meşru ve kanunî olmayan yollarla edinilen serveti bir "hak" olarak tanımamıştır. Zulüm, haksızlık, stok, kara para, başkalarının hakkını çiğneme vb. batıl yollarla kazanç sağlanmasına İslâm dini izin vermemektedir; çıkarcı insanların adalet ve kanuna aykırı şekilde kazanç sağlamasının İslâm şeriatında yeri yoktur.


İslâm ve Toplumsal Mülkiyet

Banka Muameleleri

 

  • Yazdır

    Arkadaşlarına gönder

    Yorumlar (0)