• Nombre de visites :
  • 2607
  • 20/10/2008
  • Date :

İslâm ve Toplumsal Mülkiyet

hicap

      Malın gerçek mülkiyeti Allah"a aittir. O, onu insan toplumunun ayakta durmasının ve geçiminin kaynağı yaptı. Allah bu malı hiç kimseye değişmez biçimde vakfetmemiş, hiçbir ferde şeriatın tasarruf yetkisini ortadan kaldıracak şekilde bağışlamamıştır. İslâm bu ilkeyi ortaya koyduktan sonra topluma verilmiş malın yasalaştırılmış birtakım örneğin miras, mülk edinme ve ticaret gibi ilişkiler uyarınca şahıslara tahsis edilmesine izin verdi. Şahısların mal üzerinde tasarrufta bulunabilmeleri için de akıllı olmak ve bulûğ çağına girmiş olmak gibi birtakım hususları şart koştu.

     Hep gözetilen ve ayrıntılarının değerlendirilmesi için dayanak kabul edilen değişmez ilke, malın tümünün kamuya ait olmasıdır. Özel menfaatler, topluma yönelik kamu çıkarının korunduğu ve toplumsal çıkarlarla çatışmadığı takdirde gözetilir. Eğer çatışma ve kamu yararının zedelenmesi söz konusu olursa, öncelik hiç tereddütsüz kamu yararınındır.

      İslâm"da bu temel ilkeden infak kuralları ve muamelat hükümlerinin çoğu gibi birçok önemli teferruat çıkar. Yüce Allah bu temel ilkeyi Kur"an"ın birçok yerinde teyit ediyor. Nitekim şöyle buyuruyor:

"Allah yeryüzündeki her şeyi sizin için yarattı." (Bakara, 29)

                                                                                   *    *    *

    "O malların geliriyle onları besleyin, giydirin ve onlara güzel söz söyleyin." "Sen dilediğine karşılıksız rızık verirsin." (Âl-i İmrân, 273) ayetini incelerken rızkın anlamı hakkında yeteri kadar açıklama yapmıştık.

    "O malların geliriyle onları besleyin, giydirin" ifadesi, anlam bakımından "Onların (annelerin) yiyeceği ve giyeceği... çocuk kendisinin olana (babaya) aittir." (Bakara, 233) ayeti gibidir. Dolayısıyla bu ayetlerde geçen "rızk" kelimesi insanın beslenmesini sağlayan maddeler, "kisve" kelimesi ise, insanın sıcaktan ve soğuktan korunması için giydiği şeyler demektir. (Yalnız Kur"an terminolojisine göre rızk ve kisve, bizim dilimizdeki kisve ve nafaka gibidir.) Bu kelimeler kinaye yolu gibi insanın maddî ve hayatî bütün ihtiyaçlarını karşılayan imkanların tümünü içeren ifadelerdir. Öyle olunca konut gibi insanın diğer ihtiyaçları da bu kelimelerin kapsamına girer. Nasıl ki, aslında ken-dine has bir anlamı olan "yemek" kelimesi "Fakat onlar gönül hoşluğu ile onun bir kısmını size bağışlarlarsa, onu afiyetle yiyin." ifadesinde olduğu gibi kinaye yolu ile mutlak tasarruf anlamında kullanıldı.

    "Onlara güzel söz söyleyin." Bu ifade velilik görevini düzenleyen ahlâkî bir cümledir. Çünkü söz konusu yetimler malları üzerinde tasarrufta bulunmaktan mahrum edilen beyinsizler olabilirler; ama onlar ne vahşi hayvan ve ne meraya salınacak koyun sürüsü değildirler; insandırlar, onlara insan muamelesi yapılmalıdır. O hâlde, kendilerine insana söylenecek sözler söylemek ve onlarla insana yaraşır tarzda ilişki kurmak, onları çirkin sözlerle rencide etmekten kaçınmak gerekir.

     Buradan şu husus açıklık kazanıyor ki, "Onlara güzel söz söyleyin" ifadesi tıpkı "İnsanlara güzel söz söyleyin." (Bakara, 83) ifadesi gibi kinaye yolu ile iyi muameleyi, çirkinlikten uzak güzel ilişkiyi vurgulayan bir ifade olabilir.

"Evlenme çağına gelinceye kadar yetimleri deneyin. O hâlde eğer onlarda bir olgunluk görürseniz, mallarını kendilerine verin."

  Ayetin asıl metnindeki "ibtelû" kelimesinin mastarı olan "ibtilâ" imtihan anlamına gelir. "Beleğun nikâh=evlenmeye ermek"ten maksat, evlenme çağına gelmektir. Dolayısıyla bu deyim aklî bir mecazdır. Ayetteki "anestum" fiilinin mastarı olan "înas" görmek demektir. Bu kelimede ülfet anlamı da vardır. Çünkü ülfetin türediği asıl kök, "üns" kelimesidir. Ayetin orijinalinde geçen "ruşd" kelimesi, hayatın amaçlarını bulmak demektir ve "ğayy=sapma" kelimesinin karşıtıdır. "Fedfeû ileyhim emvalehum=onların mallarını defedin" ifadesi, yetime malını verip onu eline teslim etmek anlamını [yani "i"tâ" anlamını] veren bir kinayedir. Sanki veli, malı yetime verip onu kendinden uzaklaştırıyor. Bu ifade çok kullanılmasıyla birlikte güzel bir kinaye içermektedir.

      "Evlenme çağına gelinceye kadar" ifadesi "deneyin" emri ile bağlantılıdır. Bu cümle, imtihanın sürekliliğine ilişkin bir nevi işareti içerir. Yani yetimin velisi, iyiyi kötüyü birbirinden ayırt edip denenmeye elverişli hâle gelmesinden itibaren denemeye başlayacak ve bu denemeyi evlenme dönemine girip erkeklik çağına erinceye kadar sürdürecektir. Bu hükmün tabiatı, böyle davranmayı gerektirir. Çünkü olgunluğu görebilmek, çocuğu bir veya iki olayda denemekle elde edilmez. Bunun için denemeyi tekrarlayıp olgunlaşmaya ilişkin gözlemi yakalamak gerekir. Bu da tabiatıyla çocuğun önce temyiz yani iyiyle kötüyü birbirinden ayırt etme çağına, sonra evlenme dönemine ermesine kadar sürecek uzun bir gözlemle olur.

    "O hâlde, eğer onlarda bir olgunluk görürseniz..." ifadesi "yetimleri deneyin" ifadesinin uzantısı ve ayrıntısıdır. Ayetin anlamı şudur: Yetimleri deneyin. Eğer onların olgunlaştıklarını görürseniz, mallarını onlara verin. Bu söz şunu bildiriyor: Evlilik çağına girmek, yetimin malını eline vermeyi, onun malı üzerinde tasarrufta bağımsız olmasını gerektirir. [Yani bağımsız olmasında tam neden değildir.] Fakat olgunluk, bu tasarruf yetkisinin geçerlilik kazanmasının şartıdır.

      İslâm, insanın bulûğ çağına ermesine yönelik değerlendirmeyi iki kısma ayırır. İbadetlerde, hadlerin uygulanmasında ve diyetlerde sadece evlenme yaşı olan şer"î bulûğ yaşı ile yetinirken malî tasarrufların geçerliliğinde ve ikrarlarda fıkıh kitaplarında ayrıntıları verildiği üzere evlenme yaşına girmenin yanı sıra olgunlaşma şartını arar. Bu da İslâm"ın kanun koyma sırasındaki incelikli tavırlarındandır. Çünkü malî tasarruf gibi konularda olgunluğu göz ardı etmek, Meselâ yetimler gibi kesimlerde sosyal hayat düzeninde bozukluğa yol açar. Olgunlaşmamış yetimlerin tasarruflarını ve itiraflarını geçerli saymak, onların ahlâksız fertler tarafından aldatılmalarını, en basit yoldan bütün geçim imkanlarının ellerinden alınmasını; sahte sözlerle, yalancı vaatlerle ve yanıltıcı işlemlerle kandırılmalarını beraberinde getirir. O yüzden bu tür konularda olgunluk şartını aramak kaçınılmazdır. Ama ibadetler gibi konularda bu şartı aramanın gereksizliği açıktır. Hadlerin ve diyetlerin uygulanmasında da durum aynıdır. Çünkü bu tür günahların ve suçların kötülüğünü inkâr etmek ve bunlardan kaçınmak gerektiğini kavramak için olgunlaşmış olmak gerekmez. İnsan bunları olgunlaşmadan önce de fark edebilir. Buna göre bu konularda insanın durumunda olgunlaşma öncesinde ve sonrasında farklılık olmaz.

"Onların mallarını israf ederek veya büyüyecekler diye tez elden yemeyin..."

  "İsraf" herhangi bir işte ölçüyü aşmaktır. Yine ayetin orijinalinde geçen "bidaren" kelimesi bir şeye acele ile teşebbüs etmek demektir. "Bidaren en yekberû" ifadesi, "yetimler büyür de sizi mallarını yemeye bırakmazlar kaygısı ile" anlamındadır. [Buna göre, ibaret aslında "bidaren hazere en yekberû"dur.] Nahiv bilginlerinin görüşüne göre, "en" ve "enne" edatından önce olumsuzluk veya o anlamı veren kelimenin hazfedilmesi, kıyasi ve alışıla gelen bir kuraldır. Bu surenin yüz yetmiş altıncı ayetinde "yubeyyinullahu lekum en tezillû" cümlesinde de aynı nahiv kuralı geçerlidir. Aslı, "li en la tezilû" veya "hazere en tezillû"dur; yani ayetin anlamı şöyledir: "Şaşırmamanız için Allah size açıklama yapıyor."

      Ayette yetim malını, israf ederek yemek ile yetimler büyüyünce mallarına dokundurmazlar endişesi ile yemenin karşı karşıya getirilmiş olmasından şu sonucu elde ediyoruz: Yetim malını israf yolu ile yemek, ihtiyaç gerekçesi olmaksızın, hakketmişlik bahanesi bulunmaksızın, doğrudan doğruya umursamaz bir haksızlık yolu ile onların mallarına saldırmaktır. Yetimler büyür kaygısı ile mal yemek ise, velinin kendi çalışmasına örfte uygun görülen bir ücret miktarında onların mallarına el atmaktır. Yalnız bu durumda, eğer yetim büyürse veliyi bu tür bir mal yemekten alı koyma ihtimali vardır. Kısacası, bu iki tür yemenin her ikisi de yasaktır. Yalnız eğer veli fakir olur ve geçimini karşılamak için çalışması veya yetim için çalışarak onun malından zorunlu ihtiyaçlarını karşılaması kaçınılmaz olursa, bu durum müstesnadır. Bu durum aslında bir tüccarın veya inşaat işçisinin ticaret ve çalışmasının bedelini alması gibidir. İşte yüce Allah bu durumla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "Yetimlerin velilerinden zengin olan" yani geçinmek için yetimin malından ücret almaya ihtiyacı olmayan varlıklı veliler "iffetli olsun" yani iffeti kendilerine yol edinsinler ve onun peşinde olsunlar; böylece yetimin malına hiç dokunmasınlar. Ama "fakir olan veli ise, örfe uygun bir miktar yesin."

      Bazı tefsirciler "Fakir olan veli ise, örfe uygun bir miktar yesin." ayetini, fakir veli harcamasını örfe uygun miktarda yetimlerin mallarından değil, kendi malından yapsın şeklinde tefsir etmişler. Ama bu tefsir, zengin ve zengin olmayan veli ayırımı ile bağdaşmaz.

"Mallarını kendilerine geri verdiğiniz zaman yanlarında şahit bulundurun."

  Yüce Allah bu ayette, yetimlere mallarını verirken, işlemi sağlamlaştırmak ve doğabilecek olan anlaşmazlık ve tartışma ihtimalini ortadan kaldırmak için şahit tutmayı yasalaştırdığını açıklıyor. Yetimin olgunlaştıktan ve malını velisinden aldıktan sonra onun aleyhinde iddialar ileri sürmesi mümkündür. Bunların hepsinin arkasından "Hesap sormak için Allah yeter." ifadesine yer verilmiştir. Bu cümle hükmü birinci derecedeki asli kaynağına bağlıyor. Yani her hüküm yüce Allah"ın bir isminin veya sıfatının yansıması ve tecellisidir. Yüce Allah hesaba çekici olduğuna göre kullarının hükümlerini ince bir hesaptan geçirmeden bırakmaz. İşte buna göre Allah muhkem ve sağlamı yasalaştırır.

     Ayrıca bu ilâhî ifade, İslâm"ın dinî eğitimini tamama erdirici bir özellik taşır. Çünkü, İslâm insan eğitimini tevhit temeline dayandırır. Çünkü her ne kadar şahit bulundurmak çoğunlukla anlaşmazlıkları ve kavgaları ortadan kaldıracak bir tedbir ise de şahitlerin adaletten sapmaları veya başka faktörler yüzünden amacını gerçekleştirmeyebilir. Fakat yüce ve güçlü manevî sebep, yeterli derecede hesaba çekici olan Allah"tan korkmaktır. Eğer veli, şahitler ve kendisine malı verilen yetim, bu gerçeği göz önünde bulundursalar, kesinlikle aralarında anlaşmazlık ve kavga meydana gelmez.

      Şimdiye dek açıklanan incelikleri kavradıktan sonra, tekrar bu iki ayetin ne kadar çarpıcı bir açıklama yaptıklarına bakınız. Ayetlerde önce yetimlerin ve kısıtlıların mallarına dair velayet ve onların mallarını gözetim altında tutmaya ilişkin belli başlı ve önemli meseleler açıklanmıştır. Yani yetim malının nasıl teslim alınacağı, korunacağı, işletileceği, kullanılacağı, geri verileceği ve ne zaman teslim alınıp ne zaman teslim edileceği anlatılmıştır. Bütün bu işlemlerde kamu yararının göz önünde bulundurulduğu yani yukarda açıkladığımız üzere malın aslında Allah"ın olduğu, O"nun bunu insanların geçim kaynağı yaptığı temel ilkesi vurgulanarak konunun temeli sağlama alınmıştır.

      İkinci aşamada insanı bu kurallara uygun şekilde eğiten ahlâk prensibi, yani yüce Allah"ın "onlara güzel söz söyleyin." şeklindeki buyruğu açıklanmıştır.

      Üçüncü aşamada bunların hepsi tevhit temeline dayandırılmıştır. Bu ilkenin, tek başına bütün uygulamaya dönük ve ahlâkî hükümlere egemen olduğu; uygulamaya dönük hükümlerin ve ahlâk kurallarının etki açısından yetersiz kaldığı durumlarda bu ilkenin her alan da olumlu etkisini gösterdiği vurgulanmıştır. Bu ilke yüce Allah"ın "Hesap sormak için Allah yeter." buyruğunda dile getirilmiştir.


İslâm Ve Ekonomik Sorunlar 2

İslamda Toplum ve Toplumsal İlişkiler

 

  • Yazdır

    Arkadaşlarına gönder

    Yorumlar (0)