Tevhid ve Velileri Vesile Kılma -Tevessül
Allah"ın velilerinden vesile olmalarını ve şefaat dilemelerini istemeden önce kime başvurduğumuzu ve kimden şefaat istediğimizi iyi incelememiz ve belirlememiz gerekir. Bu dilek, Allah"ın vesile kıldığı bir kimseden olmalıdır. Kur"ân-ı Kerim buyurur ki:
Ey inananlar! Allah"tan sakının ve O"na vesile arayın [1]
Şu hâlde, genel bir ifade ile şöyle söyleyebiliriz: Bir vesile bulmaya girişmek sebeplere yapışmak; sebepleri yaratanın da Allah olduğunu, sebebi sebep kılanın da sadece Allah olduğunu, bu vesile ve sebeplerden yararlanmamızı dileyenin de yine Allah olduğunu aklımızdan çıkarmazsak, asla şirke düşmüş olmayız. Tevhidin özünde kalmışız demektir. Bu yönden, maddî sebepler ile ruhî sebepler arasında, zahirî sebepler ile manevî sebepler arasında, dünyevî sebepler ile uhrevî sebepler arasında hiçbir fark yoktur. Sadece şu noktaya dikkat edilmelidir ki, maddî sebeplerin etkisinin nasıl olduğunu, ilmî deneylerden yararlanarak belirleyebiliriz. Şefaat konusunda olduğu gibi yine Allah"ın tayin ettiği manevî sebeplere gelince, bu manevi sebep ve vesilelerin hangileri olduğunu ise vahiyden, Kitap ve Sünnet"ten yararlanarak belirlememiz gerekir.[2]
İkinci olarak, velilere tevessül edildiğinde, şefaat istendiğinde, Allah"a yönelmeli, O"ndan şefaatçi ve vesile aracılığı ile mağfiret istenmelidir. Çünkü daha önce söylediğimiz gibi, şefaatçiyi şefaatçi kılmış olan Allah"tır. Allah böyle dilediği için şefaatçi şefaat edebilir. Batıl şefaat türlerinde ise, aracı aranır, O"na yönelinir, katında şefaat edilecek makamı etkilemesi istenir. Şu hâlde asıl yönelişimiz şefaatçiye olursa, Allah"a yönelmiş değil isek, işte bu takdirde ibadette şirke düşme tehlikesi varit olacaktır.
Allah"ın fiilinin bir düzeni vardır. Bu düzene önem vermeyen kişi yolunu sapıtır. İşte şefaat konusunda da düzen vardır. Yüce Allah, bu sebeple günahkârlara Resul-i Ekrem"e (ona ve Ehlibeyti"ne selâm olsun) varmalarını, kendilerinin Allah"tan mağfiret dilemeleri gibi onun da haklarında mağfiret dilemesini rica etmelerini buyurmuştur.
Kur"ân-ı Kerim buyurur ki:
Onlar, günah işlediler, nefislerine zulmettiler ise de sana gelseler, Allah"tan mağfiret, bağışlanma dileseler, Resul de onlar için mağfiret dilese idi, Allah"ı tövbeleri kabul edici ve yarlıgayıcı bulacaklardı.[3]
Demek ki, sadece kendi yararlı davranışına, salih ameline ve takvasına dayanmak ve mağrur olmak doğru değildir. Resul-i Ekrem (ona ve Ehlibyet"ine selâm olsun) de, tertemiz tamamlanan kutlu dünya hayatının son günlerinde şöyle buyurmuş idiler:
Amelden ve bir de Allah"ın rahmetinden başka, insan için kurtarıcı yoktur.
İtirazların Cevabı
Mağfiret şefaatine (ve ancak dıştan ve yüzeyden bir bakışla) yöneltilebilecek olan itirazların cevaplarını şöyle özetleyebiliriz:
1- Şefaatin İslâmî doğru anlamı, ne ibadet açısından tevhide, ne de "tevhid-i zatî"ye, Allah"ın tek ve yegane üstün oluşu inancına aykırıdır. Çünkü şefaatçinin merhameti Allah"ın rahmetinin bir yankısından, yansımasından, tecellisinden başka bir şey değildir. Şefaat, doğrudan doğruya Allah"tan kaynaklanır, kökenini ilâhî rahmetten alır. (Bu, başlangıçta gördüğümüz birinci ve ikinci itirazın ortak cevabıdır).
2- Allah"ın mağfiretine, rahmetine, tövbeleri kabul edici olduğuna nasıl itiraz edilemez ve "Allah"ın mağfiretine inanmak suçları suça kışkırtır, nasıl olsa affedileceğiz diyerek cüret verir, ümitlendirir" denemezse, şefaate inanmak da böyledir. Çünkü şefaatin kapsamına girmek için de Allah"ın irade ve rızası gereklidir. Şu hâlde bu inanç da bir yandan gönülleri kesin bir ümitsizlikten kurtarırken, sürekli olarak korku ve ümit arasında kalmalarını sağlar.[4] (Bu cevap da, üçüncü itirazın karşılığıdır.)
3- Şefaatin iki türü vardır: Batıl ve sahih. Kur"ân-ı Kerim"in bazı ayetlerinde reddedilen, hoş görülmeyen şefaat; batıl olan şefaattir. Buna karşılık doğrulanan, onaylanan şefaat ise, doğru ve İslâmî anlamı ile sahih şefaattir. Kur"ân-ı Kerim, yanlış ve doğru şefaat anlayışının her ikisini de belirlemiş, zihinleri doğru şefaat anlayışına yöneltmiştir. (Dördüncü itirazın cevabı.)
Şefaatin; amelin aslolduğu ilkesi ile de, amel/eylemin temel oluşu ile de aykırılığı yoktur. Çünkü amel burada "kabilî illet", Allah"ın rahmeti ise "failî illet"tir.[5] (Bu da beşinci itirazın cevabıdır.)
5- Doğru şefaat anlayışında "Allah"ın etki altında kalması" diye bir tasavvur söz konusu değildir. Çünkü doğru anlamı ile şefaat süreci yukarıdan aşağıya gerçekleşir, Allah bu süreci harekete geçirir. (Altıncı itirazın cevabı.)
6- Şefaatte ve mağfirette ayırımcılık, ayrıcalık gözetme, adaletsizlik söz konusu değildir. Allah"ın rahmeti sınırsızdır. Yoksun kalan, yeteneğini, kabul edebilme şartlarını, yeteneğini tamamen yitirmiş olandır. Şu hâlde, mağfiretten ve şefaatten yoksun kalma, mağfiret edenin ve şefaat edenin ayrıcalık gözetmesinden değil, yine mağfiret ve şefaat edilecek olanın kusurundandır.[6] (Bu da yedinci itirazın cevabıdır.)
-------------------------------------------------
[1]- Mâide, 5 / 35
[2]- Maddî alanda da Allah"ın bu sebeplerin yaratıcısı olduğunu unutur ve Allah dışında bağımsız bir güç kabul edersek, "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh", unutursak, yine şirke düşeriz: Ancak; nasıl maddî alanda gerçek güç sahibinin Allah olduğunu akıldan çıkarmaksızın Allah"ın belirlediği sebepleri ilmen araştırıyorsak, şefaat-mağfiret rahmetinin tecellîsine vesile olan manevî makamları da Vahiy ile, Kitab ve Sünnet ile tesbit edebiliriz. (H. Hatemi)
[3]- Nisâ, 4 / 64
[4]- Böylece, insan ne "artık benim için kurtuluş yok!" diyerek, ne de "testiyi kıran da, götüren de bir olacak!" kuruntusuna kapılarak ameli boşlar, aksine, rahmet ve mağfiret ümidiyle birlikte yararlı davranışları, hayır ve güzellikleri sürdürür. (H. Hatemi)
[5]- Kişinin eylemi, şefaat/mağfiret tecellisinin kabul edilebilmesi, tecellinin alınabilmesi açısından illet/sebeptir. Bu yönden, edilgen (pasif) bir anlamı vardır. Eylemi yapanın, mağfiret tecellisine kabiliyeti ile ilgilidir. Buna karşılık Allah"ın rahmeti etkendir, edilgen değildir. Amel, rahmetin kabulü için gerekli ortam şartlarını hazırlar. Ancak, Allah"ın rahmeti bizzat tecelli etmedikçe, rahmeti kabule elverişli olmak fazla anlam taşımaz. Meselâ amel, tarlaya tohumu ekmektir. Rahmet tecellisi de, yağmurun tarlayı yeşertmesidir. (H. Hatemi)
[6]- Dünya evreninde "küfr"ü veya "şirk"i seçmiş olmak gibi. (H. Hatemi)