Roger Garaudy ve İslam Dini
50 yıl boyunca hakikati aradıktan sonra dünyaca meşhur düşünür ROGER GARAUDY de İslâm dinini seçti.
Uzun ve yorucu düşünme, araştırma ve diyalogdan sonra bütün inançlar, felsefeler ve fikirler düştü. Dünyaca meşhur eski "komüncü" düşünür. R. Graudy ezelî hakikate kavuştu.
Yeni adıyla Reca Cârûdî, hem akıl, hem his yönü kuvvetli bir şahsiyet. En çok araştırdığı, aklı olduğu kadar vicdanı da doyuran bir noktaya ulaşmak. Bu Fransız düşünürü, dünya kültür çevrelerinde ve hususiyle Batıda kuvvetli bir fikir akımını temsil ediyor.
Ona göre doğu - batı arasındaki diyalog, şayet Avrupalılar istilâ çağlarındaki tutumlarını değiştirmezlerse, çıkmaza girmeye mahkum. Garp kültürü mânâsını ve gayesini kaybetmiş. "İlim ilim içindir. Sanat, sanat içindir" aldatmacası ile hedefini şaşırdı. Netice, "tekniğin gayesi tekniktir; hayatın gayesi ise. hiçbirşeydir" demeye mecbur kaldı.
Ona göre Batı tipi gelişme, insanın, insanî boyutlarını buduyor, onu izah yüceliğinden uzaklaştırıyor ve onda cemaat halinde yaşama düşüncesini öldürüyor. İlim ve teknik ile hikmet arasına yüksek bir sed çekiyor. Batı tipi ilerleme emperyalizmi, savaşları ve öldürücü dâhilî buhranları doğuran kapitalizm ile halkına işkence eden ve üçüncü dünya milletlerini sömüren korkunç bir hâkimiyet ve silahlanma yarışına giren sosyalizmde müşahhaslaşıyor.
Gerçeğin peşine düşmüş biri olarak, Garaudy, çoğu zaman İslâma yaklaşmış, hattâ daha küçük yaşından itibaren İslâm ile birkaç defa şahsen karşılaşma imkânı bulmuş ve tecrübelerin tesiri altında kalmıştır. Bunlardan birincisi şöyle olmuştu:
"Bu ilk tecrübe, bana Sorbon'daki on yıllık tahsilimden daha çok şey kazandırdı. " dedikten sonra şöyle ilâve ediyor: "Bir zaman sonra, onu bir başka karşılaşma izledi, gördüğünüz gibi, İslâma hep yakın bulunuyordum."
İslâma nihâî olarak girişi ise; Katolik Kilisesinin, Filistin meselesindeki tutumunun içyüzünü keşfetmesinden sonra oldu. Bu tutum, siyonizmin "vadedilmiş toprak" ve "seçkin millet" hurâfesine dayanmaktadır.
- Birçok bilgin ve düşünür, ilim alanlarında ilerlemelerinin, kendilerini Allah'a inanmaya götürdüğünü söylüyor. Müslüman okuyucu, Islâma giren bir şahsın, imân hikâyesini dinlemek ister. Sayın Garaudy, iman yolculuğunuzu anlatmak ister misiniz?
- Ben, 1933 yılında "Fransız Kominist Partisi Genel İdare Kurulu" üyesi olduğum sırada, aynı zamanda "Protestan Gençlik Teşkilatı" başkanı idim. Doğrusu ben doğuştan hıristiyan değildim. Annem de babam da dinsiz idiler. Onların-dinsizliği komünizm veya başka bir cereyanla olan ilişkilerinden ileri gelmiyordu. Onlar atalarının te'sirinde olan hıristiyanlardan idiler. İşte bundan ötürü, hayatımda iki defa mühim tercihim olduğunu söylüyorum.
1933'te Avrupa, büyük bir iktisadî buhrana girdi. Bu kriz 1939'a kadar devam etti. Tam bu sırada Hitler'in yıldızı parlamıştı. Hayatımın ilk dinî tercihini o zaman seçmem, dünyanın sonunun geldiğine inanılan o sırada, hayatıma bir mânâ vermek için idi. Komünizm ise, kapitalizmin buhranından çıkmak için tek alternatif olarak görünüyordu. Aynı zamanda komünizm, o vakit, Hitler'e Naziliğe karşı en güçlü bir mukavemet cephesi teşkil ediyordu. Ve zaten Fransa'daki kalem sahiplerinin, sanat adamlarının ve üniversite öğretim üyelerinin, "Nobel ödülü" kazanmış olanların çoğu, ya bizzat komünist partisi üyesi, veya komünistlerin dostları idiler.
O zamanki şartlarda, üç yıllık hapse mahkûm edildim. 1940 Eylülünde mareşal "Petain" ve "Fişi" hükümeti tarafından tutuklandım. 2. Dünya Savaşının sonuna kadar, Cezayir sahrasında (Celfa) denilen bölgede bir askerî kışlada tutuklu kaldım. Orada, gerçekten garip bir hâdise oldu. Ben, hapishanede bir isyana liderlik etmiştim. Oranın Fransız komutanı çok hızlı bir muhâkeme ile idâmıma hüküm verdirmişti. Bu hükmü infaz etmeyi de, Cezayirli Müslüman askerlere emretmişdi. Onlar ateş etmeyi reddedince, şaşırıp kaldım. Arapça bilmediğimden, ilkin bunun sebebini anlıyamadım. Daha sonra, Fransız ordusundaki Cezayirli bir teğmenden (müsnid) öğrendim ki, müslüman askerin şerefi, silahsız bir adama ateş etmeye mani olduğundan onlar bu emri yerine getirmemişler. Bu hâdise, bana İslâm'la tanışma imkânı vermiş ve Sorbon'da on yıllık tahsilimde öğrendiğimden daha mühim şeyler öğretmişti.
Serbest bırakılınca, bir sene Cezayir'de kaldım. Bu ikametim sırasında, hayalımda belki de en mühim bir tesir bırakan büyük bir zatla karşılaştım. Bu zat "Cezayirli Müslüman Alimler Birliği"nin başkanı Şeyh Beşîr el - İbranimî idi.
"En büyük cihad (el-Cihadu'l-efdal") kitabının yazarı (Ammâr Evzican) ile beraber, onu ziyarete gittim. Şeyh İbrahimî'nin bulunduğu yerde heybetli bir adamın büyükçe bir resmini gördüm. Bu resmin, Fransa'nın düşmanı, büyük kahraman ve müttakî bir şahsiyet olan Cezayirli "Emir Abdülkadir'e" ait olduğunu öğrendim. Şeyh Beşir'in izatahından onun hakkında ilk olarak duyduğum şeyleri öğrenince onun, 19. asrın en büyük kahramanlarından biri olduğunu anladım. (Emir Abdülkadir 1808 - 1883 arasında yaşamış, bilhassa 1832 - 1847 arasında Fransızlara karşı savaşmış, Şam'da vefat etmiştir.) Şeyh İbrahimî'nin bu dersi de, benim, İslâm ile ikinci karşılaşmam oluyordu.
Sonra Fransa'ya döndüm. Üçüncü buluşmam Cezayir savaşının başlarında oldu. Herkesçe bilindiği üzere, Fransa hükümetinin propogandasının zıddına bir tavır oldım. General Pico gibi savaş generallerinin uyguladıkları çok çirkin icraatları, yayın yolu ile teşhir ettim.
İslâm'la son ve en uzun buluşmam İse 1968'de başladı. Bu da umumî olarak, Avrupa'nın bilhassa Fransa'nın politikasında görülen ilk değişiklik alâmeti ile başladı. Tabiatıyla, değişiklik birden bire olmamıştı. Bu değişiklik, bilhassa öğrencilerin ve İşçilerin fikirleriyle ilgili olduğundan, hayli tesirli olmuştu. O sırada, ben üniversitede profesör idim; ama, öğrencilerden ve İşçilerden çok şey öğrendim. Öğrendiğim şeylerin hülâsası şudur:
Bazı organizasyonlar, başarılı olmaları halinde, başarısız olmalarından daha çok zararlı olabilirler. Bunların başında Batı tipi kalkınma gelir.
Bu ister emperyalizm, savaş ve öldürücü dâhili buhranlar üreten kapitalizm; ister halkına işkence uygulayan, üçüncü dünyayı sömüren ve korkunç bir silahlanma ve nüfuz yarışına giren sosyalizm tarafından ifade edilsin, farketmez. Zira Sovyet Rusya da aynı modeli benimsemektedir. Stalin'in ve ondan sonra Kruschceffin, kapitalizme ulaşıp onu geçmenin mecburî olduğunu dile getiren sloganlarını hatırlayalım. Bu tip gelişmeler ile, sosyalist bir idare kurmanın da imkânsız olduğuna dair İnancımı açıkladım. Sovyetler Birliğinin, asla sosyalist sayılamayacağını dile getirdim. Sosyalizmin, dünyanın hiçbir yerinde bulunmadığını söyledim. Bunun üzerine derhal Komünist Partisinden kovuldum. Bu iş, bundan on üç sene önce, yani 1970'de olmuştu.
Sonra (UNESCO) yetkilisiyle yardımlaşmak sayesinde "Medeniyetlerin diyaloğu için milletlerarası enstitü" adlı bir merkez kurdum. Bu enstitünün gayesi, Batılı olmayan ülkelerin, dünya kültüründeki rolünü ortaya koymaktır. Batı insanındaki üstünlük kompleksinden, daha doğrusu bir vehimden kaynaklanan monoloğun, hep kendisinin konuşmasının, böylece duracağını düşünüyorduk. Ferdiyetçiliği yücelten, insanın insanî boyutlarını güdükleştiren, ruh ulviyetinden uzaklaştıran, beraberce yaşama, düşüncesini Öldüren, ilim ve teknikle hikmet arasına sed çeken Batı medeniyetinin. Evet böyle bir medeniyetin kendi kendisini tükettiğini, insanlığın ona muhtaç olmadığını ispatlayan birçok kitap yazdım. Bir süre önce Batı kültür ve medeniyetinde, Batılı olmayanların paylan olmadığı İddiasını çürüten müteaddit kitaplar yayınladım. "İslâmın Müjdeleri" ile "İslâm, İstikbalimize Yerleşecek" isimli kitaplar da, bunlar arasındadır.
- Sayın Garaudy, kararlılık, geniş bilgi ve derin kavrayış gücü imana giden yolu kısaltabilir. Fakat bunun İçin, bir de ruhun ve kalbin, heyecan ve sevinçle kanatlanması gerekir. Hayatınızın bu önemli safhasını ayrıntılarıyla ifade edebilir misiniz?
- Katolik Kilisesinin, Filistin meselesindeki tutumunun içyüzüne vâkıf olduktan sonra, bu yola girdim. Din derslerinde çocuklara "İncil"in öğretimi siyonist propogandasına göre şekillenmiş. Meselâ, Allah'ın, Hz. İbrahim'e yaptığı bir vâ'de binaen, Filistin'in yahudilere ait olduğu intibaını uyandırıyorlar. Bu da, yahudilerin, hıristiyan eğitim ve öğretimine ne derece nüfuz ettiğini göstermektedir. İsrail'in Lübnan'a yaptığı son istilânın ilk günlerinde, "Le Monde" gazetesinde uzun bir makale yayınlayarak, siyonizmi takbih ettiğimi açıkladım. Bunun neticesinde hem ben, hem de "Le Monde" gazetesinin yazı işleri müdürü yahudi aleyhtarı olarak itham edildik. Oysa, tamamen aksine siyoniznr, din olarak yahudilikten çıkmış değildir. O, 18. yüzyılda Avrupa'da, ırkçılık ve milliyetçilik atmosferinin hâkim olmasının sonucudur. Siyasi siyonizmi kuran "Teodor Hertzi" dindar değildi. Bilakis dinsizdi. İncili, sadece iddialarını kuvvetlendirmek için kullanmıştır. Her neyse Beni yahudi düşmanlığı İle İtham ettiler. Burada fırsattan istifade, müslüman refikam Selma Nureddin ile karşılaşmama da İşaret edeyim. "İslâm İstikbalimize Yerleşecek" kitabımla ilgili olarak Cenevre'ye konferans vermeye davet edildiğim zaman, Avrupa muhiti içinde canlı bir islâm tablosu gördüm. Gerçi Cezayir, Fas, Endonezya, Mısır ve Irak gibi müslüman ülkeleri gezmiştim. Bilhassa Cezayir'deki ikametim, bana hayli tesir etmişti. Fakat müslümanlarla, beşerî münasebetlerim pek olmamıştı.
İNSAN: MÜMTAZ BİR VARLIKTIR
- Sayın Garaudy. görüşmemizin bu noktasında, hayatınızı işgal eden fikrî merakınızın ne olduğunu sormak münasip olur zannediyorum. Allah, sizi İslâma yönelttikten sonra bu merakınızı nasıl tatmin ettiniz?
- Şahsî tecrübemin ışığında fikrimi söyleyecek olursam; diyebilirim ki, benim en çok peşinde olduğum şey, akıl İle vicdanın bütünleştiği ve buluştuğu noktaya ulaşmaktı. Üstün sanat ve şiirle toplum hakkındaki inançlarımı dile getirmek istiyordum. Allah'a şükürler olsun ki, İslâm sayesinde, onları birleştirme imkânı bana nasib oldu. Dünyamızdaki hâdiseler başıboş, kördöğüşü içinde, nihayetsiz bir çokluk ve şiddete dayandığı zannedildiği halde, Kur'an'ı Kerim, kâinatı ve insanlığı bir vahdet telâkki etmemizi öğretiyor. İnsana, kendi hayatına mânâ kazandıracak bir rol veriyor. Allah'ı unutmak, bizi, harici tesadüflere ve zaruretlere boyun eğen, değersiz köle haline getirdiği halde, namazda Allah'ı anmak, bizi merkezimiz ve orijinimiz konusunda şuurlandırıyor.
Kur'an'ı Kerim, bizi her varlıkta ve her hâdisede, Yaratıcıya bir işaret bulmaya çağırıyor. Onlarda tabiatı, insan toplumunu ve beşer ruhunu yöneten üstün nizama alâmetler bulmamızı İstiyor. Zaten dinin esas mâhiyeti de, kaynağını Allah'da bulan ve yine O'na dönecek olan, âhenk ve vahdeti hissetmektir.
İnsanı insan eden, ilahî maksadları gerçekleştirmesidir. Allah'a verdiği sözünde durmak veya onu bozmak, insanın kendi elindedir. Hayvanlar ve nebatlar, zaten içinde idare edildikleri kanunların dışına çıkamazlar. Ama, yalnız insandır ki iradesiyle hareket eder. Yani kâinatta hüküm süren vahdeti ve hayata mânâ veren âhengi anlayınca, hür bir karar ve tam bir seçme ile müslüman olabilir. İnsan, ilahî iradeye teslim olmadığı veya onu reddettiği zaman, âkibetinden tamamen mesuldür. Allah Taâlâ her millete Zâtına ve ilk dine çağıran, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve nice benzerleri olan peygamberler göndermiştir. Özünde aynı olan bütün bu risâletler, nihâî kemâline, ebedî risaleti getiren Hz. Muhammed (A.S.M.) ile ulaşmıştır. Kâmil akıl, sadece bir sebeple öbür sebep arasında alâka kuran değil, herşeyi en yüce gayesine ircâ etmek için, bir gayeden öbür. gayeye yükselebilen akıldır. İşte bu akıl, vahiy ile çatışmaz, bilakis onunla aydınlanır.
YAHUDİ VE HIRİSTİYANLARIN TAHRİFLERİ
- UNESCO'nun. son olarak Paris'te düzenlediği ve sizin de "İslâm, Batı'nın istikbaline hâkim olabilir mi?" adlı bir tebliğle katıldığınız kongrede, insanlık tarihinin vahdet açısından okunabileceğini, Hz. İbrahim, Hz. İsa ve Hz. Muhamnıed"in birbirlerini tamamladıklarını söylediniz. Bu fikrinizi biraz açıklar mısınız?
- Bana göre bu tekâmül, birtakım tarîhî halkalardan, ibarettir. Muayyen bir tarihî merhalede gönderilmiş olan her peygamber, kendisinden sonra gelecek olana zemin hazırlamıştır. Neticede bu semavî dinler, Hz. Muhammed'in getirdiği son ve kâmil risaletle noktalanmıştır. Bu risalet, Kur'an'ı Kerim'in nüzûlü ile tamamlanmıştır. Kur'an da buna temas etmekde ve geçen bütün peygamberleri müslüman olarak vasıflandırmaktadır. Kendinden önceki dinleri tasdik eden tek din İslâm'dır. Allah'ın Resulü Hz. Muhammed, hadîslerinde yeni bir inanç getirdiğini bildirmedi. Fakat, atamız Hz. İbrahim'in dinini hatırlatmak ve ihya etmek için geldiğini söyledi. O peygamberlerin talimatlarının tahrif edildiğini bildirdi. Tahrif, Yahudilikle başlamıştır. Henüz basılmamış olan "İsrail Dosyası" adlı kitabım, bu (bozma) işinin, Babil'den döndükten sonra başladığını ispatlayan tarihi belgeler İhtiva ediyor. Hıristiyanlıkta ise tahrif, M. 325 yılında toplanan İznik (Nice) konsili İle başladı. Bu konsil İsa'nın (s) Tanrının oğlu olduğu inancını icad ediyordu. Katolikler olsun, Ortodokslar olsun, Protestanlar olsun hepsi İznik bildirisine ve İsa'nin (s) Tanrının oğlu olduğuna inanırlar. Oysa bu inanç İncil'de yoktur; sonradan uydurulmuştur. İşte bundan Ötürü ben, Hz. Muhammed'in İlk dini, Hz. İbrahim'in dinini getirdiğine ve akide esaslarının, en mükemmel şeklinin onda görüldüğüne inanıyorum. Yahudiler hem Hz.İsa'yı, hem de Hz. Muhammed'i İnkâr ederler. Hıristiyanlar da Hz. Muhammed'i tanımazlar. Halbuki Hz. Muhammed, Hz. İbrahim'e de, Hz. Musa'ya da, ve Hz. İsa'ya da İnanır.
KÜLTÜR, İLİM VE HİKMET
Gerçekten bir ikinci hususa geçmemiz mümkündür ki, o da şudur: Avrupalı, bir müddet kendi düşünce, kültür ve medeniyetinin diğer medeniyetlerin bir ölçüsü olduğuna inandı. Kendi zihniyetine uyan düşünceleri medenî, uymayanı da gayr-i medenî saydı. Böylece Avrupalı üstünlük kompleksine kapıldı. Müslümanları da sadece, eski Yunan ve Roma medeniyetlerinin taşıyıcıları telâkki etti. Bu da onun, medeniyet tarihini doğru ve güvenilir tarzda okumaktan uzak olduğunu ifade eder. Tarihî olarak medeniyet, muayyen bir ırka mahsus bir iş değildir. Şayet böyle olsaydı, o tarih boyunca bir tek yerde yerleşirdi. Medeniyetin bir milletten öbürüne geçmesi, onun Avrupalıya mahsus olduğu iddiasını ibtal eder. Bu mevzudaki tutumunuzu anlatır mısınız?
- Batı medeniyetinin istinad ettiği Avrupa kültürünün, Yunan - Roma ve Yahudi - Hıristiyan olarak iki kaynağı vardır. Vâris olduğu üçüncü kaynak olan Arap-İslâm kültüründen ise, şu iki sebepten ötürü kasden habersiz görünür. Birincisi: Yine kasıtlı olarak onu sadece eski kültürlerin ve dinlerin bir taşıyıcı, nakilci, yahut Yunan düşüncesinin mütercimi ve açıklayıcısı sayması İkincisi: İslâmı bizim medeniyetimizden önceki tarihî bir devreye yerleştirdiğinden, eski tarihî İncelemeler yapanlara mahsus göstermek İster. Bu açıdan bakarak "İslâm'ın artık yeni bir şey ve hayatı bir öz getirmesi mümkün değildir" der.
Bana göre bu anlayışla mücâdele etmemiz gereklidir, zira böyle bir anlayış çok tehlikelidir; tehlikesi de şimdiki zamanı anlamamıza, istikbalimizi de kurmaya mâni olmasından ileri gelmektedir. Herşeyden önce, İslâm fikriyatının, Yunan düşüncesinin sırf mütercimi ve nâkil olduğu iddiasının doğrulukla alâkası yoktur. Söz gelimi Yunan matematiği "sonlu" kavramına dayanır. Keza Yunan mantığı, nazarî bir mantık olduğu halde, Arap ilmi, esas itibariyle tecrübîdir. Yunan mimarî hendesesi (mühendisliği) doğru çizgilere dayanırken, İslâm hendesesi -bilhassa câmilerde iyice göründüğü üzere- kavisler ve münhaniler (eğriler) senfonisidir. Felsefe yönünden İse, Yunan düşüncesinin, Parmenid'den Aristo'ya kadar "Varlık" felsefesi yaptığını görüyoruz. Arap - İslâm felsefesi ise, bir aksiyon felsefesidir. İslâmın hayat tasavvurunda Yunan hüznünü bulmak mümkün değildir. Nitekim Arap şiiri de, özünde "sonluluk" ve "kemiyet (nicelik) " kavramlarını taşıyan Yunan hayat tasavvuru ile anlaşılamaz.
- Doğrusu bu açıklamalarınız, ilim ile hikmetin münasebetleri mevzuunda, Avrupa kültürü ile Arap - İslâm kültürü arasındaki farkın ne olduğunu sormamıza yol açıyor. 8u farkın bulunması da, İslâm medeniyetinin rolü ve tesiri hususunda Batı'nın ileri sürdüğü görüşün doğru olmadığını isbatlıyor. Bu hususda da düşüncelerinizi anlatır mısınız?
- Arap - İslâm ilmi bizim "vaz"ı anlayışımıza aykırı olarak, İlimle hikmeti birbirinden ayırmaz. Yani mânâdan ve gayeden asla gâfil kalmaz; eşyayı birbirine bağlayan ve onları idare eden kanunları keşfetmeye yardım eden râbıtaları tahlil (analiz) etmekle, o münasebetleri onlara, esas "mânâ"larını veren "bütün"e bağlamak arasında ayırım yapmaz. Bundandır ki, bu ilim, eşya ile alâkası yönünden dünyevî bir ilim olduğu gibi, Yaratıcı ile münasebetle olması yönünden de; hatta en küçük parçasıyla mukaddes bir ilimdir. İlim, mânâ ve ruh yüceliğinden ayrılınca "sciantisine" (ilimcilik)e dönüşür. Nasıl ki, ilim ve tekniğin saygı yönünden gelişmesi bizatihi (başlı başına) bir gaye hâlinde kaldıkça, "teknik" de "teknokrat"lığa götürür.
Avrupalıların çoğunun iddia ettikleri gibi, Batı Rönesansı Roma - Yunan kültürünün ilhâmıyla İtalya'da başlamış olmayıp, Arap-İslâm ilim ve kültürünün ışıklarını saçmasıyla İspanya'da başladı. Fakat Batı Rönesansı, Müslümanlardan, sadece tecrübî "pozitif" metodla tekniğini aldı; onu Allah'a yönelten ve insanlığın hizmetine sunan yönünü bir tarafa bıraktı. Diğer taraftan İslâm; iman, ilim ve tekniği ayrı ayrı şeyler telakki etmediği gibi, kanunları ve sebepleri araştırmakla mânânaları ve gayeleri araştırma arasında ayırımda yapmaz. Bizim eşyaya hâkim olmamızı sağlayan tekniği, Yaratıcıya ibadet (kulluk) vesilesi sayar. Kezâ İslâm; iktisad sahasındaki imanla, siyâset sahâsındaki imânı da ayırmaz. Bilakis bütün "ilim" gibi bütün "hakimiyeti", bütün "kudret" de tek olan Allah'a ircâ etmek suretiyle, aynı bünye içinde birleştirir.
Prof. Dr. Suat YILDIRIM
İslam Hürriyet Dinidir
İslâm ve Fikir Özgürlüğü