• Nombre de visites :
  • 770
  • 22/10/2012
  • Date :

PEŞAVER GECELERİ:Allame-i Hilli’nin Kad’ıl- Kuzatla Münazarası

peşaver geceleri:allame-i hilli’nin kad’ıl- kuzatla münazarası

BİRİNCİ OTURUM

Alim ve tarihçi Şafii el-Hemedani’nin nakl ettiğine göre, şahinşahi sarayında şahın kendi huzurunda, o zamanda Şia alimlerinin iftiharlarından ve asrın dahilerinden olan “cemal’ül- milleti ve’d- din, allame-i kebir Hasan bin Yusuf bin Ali bin Mutahhar-i Hilli”‌ ile Ehl-i Sünnet’in en büyük alimlerinden olan “Hace Nizamuddin Abdulmelik-i Merağe-i Kad’ıl- kuzat[10] eş-Şafii”‌ arasında bir takım tartışmalar gerçekleşti.

O mecliste imamet meselesi söz konusu edildi. Cenab-ı Allame-i Hilli açık ve kesin delillerle Emir’ul- Muminin Ali (a.s)’ın Resulullah (s.a.a)’den sonraki hilafet ve imametini öyle bir şekilde sabit etti ve diğer kimselerin iddiasının batıllığını öyle bir şekilde ortaya koydu ki, artık mecliste hazır bulunanlar için şüphe edecek hiçbir yol bırakmadı; Hatta Hace Nizamuddin’in kendisi bile; “Sayın Allame’nin delili pek açık ve güçlüdür, ama atalarımız bir yolu tutup gitmişlerdir, biz de avam halkı susturmak ve İslam kelimesinin tefrikasının önünü almak (birliğin bozulmaması) için o yolu takip etmemiz ve sırları açığa vurmamamız gerekir”‌ dedi.

Bu sırada şahinşah’ın taassubu olmadığından ve her iki tarafın delillerini de iyice dinlediğinden dolayı münazara sona erdikten sonra Şia’nın hakikati ortaya çıkınca hak olan İmamiyye (Şia) mezhebini seçti ve bu mezhebin serbestliğini İran’ın bütün şehirlerine ilan etti.

İşte o meclisten bütün vilayetlerin hakim ve valilerine, bütün mescid ve camilerde Emir’ul- Muminin Hz. Ali ve diğer İmamların ismiyle hutbe okumalarını ilan etti ve dinarların (paraların) üzerine üç satırda; “La ilâhe illallah Muhammed resulullah Aliyyen veliyyullah”‌ kelimesinin yazılmasını emretti.

Şahin şah, sayın Allame-i Hilli’yi “Hille”‌ şehrinden bir takım meselelerin çözümü için çağırtmıştı. (İşte bundan dolayı o toplantıda münazaralar yapılarak Şia’nın hakikati ortaya çıkmış oldu.) Şahin şah Allame-i Hilli’yi kendi yanında tuttu ve onun için özel bir medrese ayarladı; derken talebeler o cenabın etrafını sardılar. Açıkça yapılan tebliğler sonucu gerçekler ortaya çıktı ve her şeyden habersiz olan kimseler, hak olan İmamiyye (Şia) yolunun hakikatini anlamış oldular. Böylece velayetin ışık saçan güneşi takıyye[11] bulutunun altından dışarı çıktı. İşte o zamandan itibaren hak olan Şia mezhebi , güneş gibi cehalet bulutunun altından ortaya çıkmış oldu.

Yaklaşık yedi yüz yıldan sonra Safevilerin güçlü sultanlarının desteğiyle ve o zamanın kamil tebliğleriyle kara bulutlar tamamiyle dağılıp velayet ve imamet güneşi dünyaya ışınlarını saçtı.

Her ne kadar İranlılar bir gün Mecus (ateşe tapan) ve iki tanrıya (Yezdan ve Ehrimen’e) inanıyor idilerse de Müslümanların mantığa uygun delil ve burhanlarını duyar duymaz onu canı gönülden kabul ettiler; şimdiye kadar da tam bir samimiyetle İslami akidelerinin üzerinde sabittirler.

Eğer İranlıların arasında mecus olan, (inanç açısından) bir yere bağlı olmayan veya gulatlar silsilesine girip Ali’yi (a.s) kendi makamından uluhiyet derecesine yükselten, onu halik ve razık bilen (yaratan ve rızk veren) veyahut hulul,[12] ittihat ve vahdet-i vücuda[13] inanlar olursa onların İranlıların temiz kalpli toplumuyla hiçbir ilişkisi yoktur. Her kavim ve toplumda bu çeşit düşüncesiz ve akılsız kimseler bulunmaktadır. Ama İran’ın necip ve bilgin halkının ekseriyeti Allah-u Teâla’nın vahdaniyeti, Hatem’ul- Enbiyanın nübüvvet ve Emir’ul- Muminin Hz. Ali ve on bir evladını Hz. Peygamber’in emri gereğince imamete seçildikleri hususunda sabit ve doğru bir iman ve akideye sahiptirler.

Hafız: Hicazi, Mekki ve Medeni olan sizin gibi bir kimsenin, İran’da bir müddet kalmakla onları o kadar desteklemeniz ve onları Ali’nin (kerremellah’u vechehu) takipçileri bilmeniz gerçekten de şaşırılacak bir şeydir. Oysa ki, Ali Allah’ın kulu, O’nun emrine uyan ve O’na itaat eden birisi idi. Fakat İranlı şiaların hepsi Ali’yi Allah biliyorlar, onu Allah’tan ayrı bilmiyorlar. Kendi şiirlerinde de nazil bemenzile-i Hak[14] ve hatta Hakk (Allah)’ın aynısı biliyorlar.

Nitekim onların divan ve cep defterlerinde bu çeşit küfriyat görülmektedir. İranlı Şii alimler Ali’nin (kerremellah vechehu) dilinden bu çeşit şiirleri nakletmekteler (kesinlikle Ali’nin kendisi böyle bir inançtan beridir)...

Davetçi: Size taaccüp edilmelidir ki araştırmaksızın İranlı bütün şiaları guluv (mübalağa) eden ve Ali perest biliyorsunuz. Bu sözlerle meseleyi, her şeyden habersiz Sünni kardeşlerimize yanlış aktarıyor, iki kardeşin birbirlerini öldürmesine sebep oluyorsunuz. Bu çeşit sözler Afganistan, Hindistan, Özbekistan, Tacikistan ve diğer yerlerde Şiilerin öldürülüp kanlarının akıtılmasına yol açmıştır.

Özbekistan ve Türkistan Müslümanları, şialar Ali perest, müşrik, kafir ve öldürülmeleri farzdır diyen alimlerinin kışkırtmaları sonucu ne kadar Müslümanların kanını döküp tarih sayfasını lekelediler.

 Ehl-i Sünnet’in her şeyden habersiz zavallı halkı sizin gibi alimlerin önderliğiyle İranlı Müslümanlara adavet, şirk, küfr ve irtidat gözüyle bakıyorlar.

Geçmiş zamanlarda Türkmenler Horasan yolunda, kafirdirler diyerek İranlıların önlerini kesip mallarını yağmalıyor, öldürüyor ve şöyle diyorlardı: “Kim yedi tane Rafızî ( Şia’yı) öldürürse, cennet ona farz olur!”‌

Kesinlikle bilin ki, bu amellerin ve bu katliamların sorumlusu, şialar Ali perest, müşrik ve kafirdir diyen sizin gibi alimlerdir. Her şeyden habersiz saf ve avam Sünniler de bu çeşit sözleri kabul edip sevap kastıyla bu çeşit amellere teşebbüs ediyorlar.


[10] - Kad’ıl- Kuzat: Büyük kadı, yargıtay. (Müt.)

[11] - Takıyye; “Bazı can ve mala gelecek zararlardan dolayı din, mezhep ve inancı açığa vurmamak”‌ demektir. (Müt.)

[12] - Hulul: Tenasuh inancına göre; “Ruhun bir bedenden çıktıktan sonra başka bedene girmesi”‌ demektir. (Müt.)

[13] - Varlık aleminin en yüce mertebesinde Allah Teala’nın varlığı olmak üzere canlı ve cansız bütün varlıkların bir vücut olmasına vahdet-u vücud denmektedir. Böyle bir inanca göre bütün varlıklar, güçlü ve güçsüz açısından farklıdırlar. Vücud’un onlara göre iki tarafı vardır; bir tarafı Vacib’ul- Vücud (varlığı gerekli) olan Allah Teala’dır; diğer tarafı ise heyula veya başka bir tabirle en zayıf ve güçsüz olan varlıklardır.

İlahiciler bu konuda ikiye ayrılmışlardır: Bir grup, yaratıcı olan Allah Teala’nın vücudunu, alemin vücudunun dışında zannederler; diğer bir grup ise Allah’ın vücudunu (varlığını) alemin vücudunun bir cüz’i olarak kabul ederler; şu farkla ki, Allah’ın vücudu (varlığı) daha güçlü ve daha şiddetli bir derecededir.

Kayseri ve Sadruddin gibi kimseler de, vahdet-u vücud’un bir takım sakıncaları olduğundan dolayı, vücudun vahdeti (birliği), mevcudun ise kesreti (çokluğu) kanısındalar. Bu görüşte olanlar diyorlar ki; Vahdet-i vücud çeşitli mertebelere sahip olmasıyla birlikte, Vacib’ul- Vücud’un (Hak Teala’nın) feyz ve tecellileridir; sadece bir vücut (varlık) bütün alemi kapsamıştır; var olan mevcudat (varlıklar), o bir vücudun dalgalarıdır; bu dalgalar da o vücudun kendisidirler. Binaenaleyh dalgalar denizin kendisidirler; ama aynı zamanda deniz de değillerdir. (Müt.)

[14] - Nazil bemenzile-i Hak: Hak Teala’nın mertebesinde olmak. (Müt.)

PEŞAVER GECELERİ:İranlıların Hulefa Zamanında Şia Olmalarının Sebebi

PEŞAVER GECELERİ: Teşeyyü Makamının İzahı Hakkında Ayet ve Rivayetler

  • Yazdır

    Arkadaşlarına gönder

    Yorumlar (0)