• Nombre de visites :
  • 5402
  • 29/1/2008
  • Date :

İran İslam İnkılabının Tarihi Kökleri

İran İslam İnkılabının Tarihi Kökleri

      “Bir kavim kendi halini değiştirmedikçe, Allah onları değiştirmez!” (Rad-11)

Bu kırık dökük cümlelerle, size, insanlığın son asırlar içinde görebildiği en büyük hadiselerden, en muhteşem sosyal patlamalardan biri olan; küfre ve zulme karşı kıyam edip, bir başka eğriye saplanmaksızın, Allah’ın dosdoğru yoluna bağlanan İran İslâm inkılabını anlatabilmek iddiasında değiliz...

Dilemekteyiz ki, hiç değilse birkaç nirengî noktanın hatırlatılmasıyla, son asırlar dünya tarihinin görebildiği bu en büyük tarihi hadiseden sizin de kafa ve kalbinizde, sizin de duygu ve düşünce aleminizde bir iz bulunsun... Tahakkuku ve devamı uğrunda on binlerce şehid verilen ve halâ da verilmekte olan ve bu yüzden de dünyanın, kalpleri uyanık bütün Müslümanlarının gıpta duygularını harekete geçiren, dikkati zayıf Müslümanları dahi hayret ve hayranlığa sürükleyen, onları dahi heyecanlandıran ve İslâm düşmanlarını kaygudan kayguya, korkudan korkuya, entrikadan entrikaya koşturan; dünya mustaz’aflarını ise, bütün insanlığın kurtuluşu için gelmiş olan İslâm’ın cihanşümul mesajından haberdar eden bu büyük inkılabdan; istedik ki, sizin de, gözlerinizin önüne, tasavvurlarınıza birkaç kalıcı çizgi çekebilelim...

Dünya senelerdir, İran’ın hizbullahî Müslümanlarının bütün dünyayı sarsan muhteşem eylemleriyle sarsılıyor, çalkalanıp duruyor...

Düşündünüz mü hiç, nedir, bu hareketin manâ ve mahiyeti?.. Ve, kimdir bu hizbullahî Müslümanlar? Vermekte oldukları mücadelenin özünde ne vardır, hedefleri nelerdir, ve onların bu hareketini, dünyanın bütün küfür, zulüm ve fesad güçleri boğmak istemesine rağmen; diyaretle ve kendisine hedef aldığı istikamete doğru ilerleten dirayetli rehber kimdir?

Eğer, İslâm inkılabı hareketini, bir şah’a karşı, bir sultana, bir kan içici zalime karşı girişilmiş sıradan bir hareket olarak görüyorsanız, ve bu hareketin özündeki asıl ve asîl manâyı göremiyorsanız, siz bu inkılabı anlamamışsınız ve anlıyamıyacaksınız demektir... Çünkü o gibi isyan ve kıyamlardan, beşeriyet tarihinde pek çok örnekler vardır.

Muhakkak ki, İslâm inkılabında da, kendisine geçmiş 2500 küsur senelik bir tarihî temel bulan Şah’a karşı bir mücadele verilmiştir ama, bu mücadelenin ruhunu kavrayamıyan bir kimse, beşeriyet tarihindeki daha başka kıyam ve isyan hadiselerine de bakıp, arada bir benzerlik kurmaya çalışabilir. Çünkü gerçekten de, insanlık tarihinde derin izler bırakmış olan Fransız burjuva ve Rus bolşevik ihtilallerinin karşı tarafında da birer şah, birer kral vardı ve 200 sene kadar önce Fransızlar, 65 sene kadar önce de Rusya halkları, başlarındaki sultanlara kıyam etmişlerdi ama; o büyük kıyam hadisleri, meydana geldikleri ülkelerde büyük bir takım değişiklikler vücuda getirmiş olsa bile; neticede ortaya yeni krallar, yeni padişahlar, yeni sultanlar, yani kısaca yeni zalimler çıkarmaktan başka bir meyve vermemiş; çekilen onca acılar, dökülen onca kanlar, alt-üst olan toplum yapıları, sonunda bir diğer zalimin, bir diğer kan içicinin, mazlumların, zayıfların tepesine oturmasıyla, ensesinde çöreklenmesiyle noktalanmıştı...

İran’ın müslüman halkı, milyonlar halinde toplanıp, “Allahüekber!”nidalarıyla taguutun, zalimin bütün maddi güçlerine ve entrikalarına karşı kıyam edip, binler-onbinler halinde candan geçerlerken; acaba hedefleri, beşeriyet tarihini dolduran nice örneklerde olduğu gibi, bir zalimin yerine bir başka zalimi mi dikmek idi; yoksa zulme karşı, zulmün her türlüsüne karşı kesin bir cephe alışan tabiî bir neticesi olarak, ancak hak’kı, Allah nizamını mı ikame etmek istiyorlardı? Bu İslâm inkılabını anlayabilmek için gereklidir. İslâm inkılabı kıyamının bugün bulunduğu noktayı gereğince değerlendirebilmek, yani o muhteşem kıyamın semeresini idrak edebilmek için de bu noktayı gözönüne almak, kesinlikle zarurî!.. Ve, bu halk hareketinin, diğer halk hareketleri gibi çeşitli kuvvet dengelerine göre yön değiştirmeyip, ilk anda hançerelerden yükselen “Allahüekber!” nidalarının çizdiği istikamete paralel olarak ilerlemisinin manevî temelleri, tarihî kökleri ve mıdır-yok mudur; bunu da belirlemek gerekmektedir...Zira, manevî temelleri, tarihî kökleri ve metodu sapasağlam olmayan nice halk hareketlerinin nasıl saptırılabildiğinin acı tablolarıyla, hüzünlü hatıralarıyla dop-doludur, insanlığın tarihî macerası... Bu konuda, sadece şu son yüzyılda, İslâm topraklarında verilen İslâmî mücadelelerin neticede hangi noktalara dayanıp tıkandığını ve başlangıcı pırlanta gibi İslâmî kabul edilmesi gereken nice hareketlerin sonunda İslâm’a çevrilen bir namlu, İslâm’a çekilen bir kılıç mesabesine geldiğinin kahredici ihanet örnekleri ve utandırıcı idraksizlik sahneleri pek çoktur.

İşte bunun için diyoruz ki, İran’da hizbullahî müslümanların, İmam Khomeynî liderliğinde, “Allahüekber!”nidalarıyla başlattıkları ve onbinlerce şehid kanıyla filizlendirdikleri; tankların paletleri arasında parça parça olmak pahasına; bombaların, kurşunların karşısında son nefesinde “La İlahe İllallah-Muhammedün Resulullah!” cümlesiyle dünya hayatını düğümleyebilmek idraki içindeki mücadelelerinin iyi anlaşılabilmesi için bu hareketin bugünkü durumu, rehberi ve hedefi kadar, özünü ve tarihî köklerini ve manevî temellerini de iyi kavramak gerekir... Yoksa, bu büyük kıyamı, tarihî köklerini ve manevî temellerini de iyi kavramak gerekir... Yoksa, bu büyük kıyamı, tarihî köklerinden, manevî temellerinden tecrid edecek, koparacak olursak; eldeki veriler belki herhangi bir inkılabı incelemeye kâfi gelebilir ama, İslâm inkılabını, asla!..

İslâm inkılabının tarihî temellerini ve manevî köklerini araştırmak için tarihin derinliklerine bakmakla birlikte, geçmişin karanlık dehlizlerinde, labirentlerinde uzun bir yolculuk yapacak değiliz. Ama, kısaca belirtmek gerekirse, mes’elenin özünü, ilk insan’la İblis arasında başlayan ve Hak ile Baatıl’ın, iyi ile kötünün bütün beşeriyet tarihini dolduracak olan sürekli mücadelesinin bir özümlemesi olarak ele almak yanlış olmayacaktır... İblis’le Hz. Adem’in arasında başlayan mücadelenin, kısa zaman sonra, Hz. Adem’in oğulları arasında devam ettiğini, Kabil’in Habil’i öldürmesi hadisesinde bu mücadelenin sembolleştiğini, daha sonraki beşeriyet macerasında ise, Hz. Nuh ile hattâ bizzat kendi oğulları arasında devam ettiğini biliyoruz. Daha sonralarıysa, Firavun ile Hz.Musa’nın ve Nemrud ile Hz. İbrahim’in; Roma imparatorları ve onların destekçisi olan yahudi sermayedarları ve ruhbanlarıyla Hz. İsa Ruhullah’ın ve nihayet küfr ve şirkin merkezi haline gelen Mekke’de eşraf ile Hz. Muhammed Habibullah’ın mücadelesinin özü her ne ise, ve Kerbelâ’da, rakam olarak çok küçük ama, keyfiyet, manâ ve manevî güç bakımından dünya tarihinin en büyük ordularından birisi olan Hz. Hüseyn ve 72 kişilik ordusu ile zamanın taguutlarının, zalimlerinin, kuvvetperestlerinin, maddeperestlerinin, zevkperestlerinin, gaassıplarının temsilcisi olan Yezid’in 30 binlik ordusu arasındaki mücadelenin özü her ne ise, İslâm inkılabının özü de odur. Bu inkılabın mahiyetini kavramak isteyenler, ancak bu temel kıstasları iyi anlamak suretiyle İslâm inkılabını yerli yerine oturtmak nasibine erişebilirler...Allah’a imanın gereğini, taguutlara, kafirlere, zalimlere, faasıklara kıyam etmekte gören ve taguutların veya taguut düzenlerinin hazırladıkları kurtuluş reçetelerine, onların hazırladıkları inkânlara veya onların tesbit ettikleri mücadele kaidelerine itibar etmeksizin, yalnızca Allah’ın ve Peygamberlerinin yolundan giderek insanlığın yolunu açmak metodu olan İbrahimî metodun taa ebediyete kadar var olacak takipçilerinin günümüzde, İran İslâm topraklarında ortaya koydukları ve dünyanın bütün küfür ve zulüm güçlerinin elbirliğiyle yok etmeye çalıştıkları bu muhteşem hareketi hakkıyla değerlendirebilmek için, evet, hedefinin ne olduğunu geçmişteki örneklerinden anlamak ve insanlığı bir hayale, bir ütopyaya değil, beşeriyet tarihinde pek çok örnekleri bulunan gerçek kurtuluş yoluna davet eden bir mücadele olduğunu anlayabilmek için; küfür’le Hakk arasındaki mücadelenin tarihin derinliklerindeki köklerini bilmek de zaruridir...

İran İslam İnkılabının Tarihi Kökleri

Yoksa, İslâm inkılabını da, beşerî menşe’li diğer sosyal patlama hadiselerini değerlendirir gibi değerlendirmeye kalkışırsak, tamamiyle farklı ve zıt temeller üzerindeki beşerî menşe’li sosyal, kıyamlarla, ilâhî iradeye dayalı, yani Allah’ın dinine dayalı bir sosyal kıyamı değerlendirirken, aynı ortak ölçekleri kullanmak durumuna düşeriz; o zaman da “anlaşmazlık” kaçınılmaz olur.

Çağının en büyük askerî güçlerinden Sasanî imparatorluğunun güçlü orduları karşısına, yalınayak, aç-sefil, zayıf kılıçlarıyla çıkan İslâm ordusunun temsilcilerine, Sasanî imparatoru Yezdicürd, “-Açsınız, zayıfsınız, çıplaksınız... Sizi doyuralım, elbiseler verelim; sizin gibi zayıf insanlarla savaşmak bizim şanımıza ar getirir, istediğiniz erzakı verelim, altınlar verelim, güzel kızlar verelim... Dönün geldiğiniz yere!” derken, İslâm askerlerini anlamamıştı... Ve İslâm ordusu temsilcilerinin, kendisine “-Biz müslümanız.. Bu söylediklerinizin herbirisi sizin olsun... Biz, müslümanlarız. Biz mazlumlar üzerindeki zulmü yoketmek ve çeşitli hayat sistemlerinin, çeşitli dinlerin zulmünü yok edip,yerine ancak ve ancak Allah’ın dinini ikame etmek için gönderildik...” deyişlerini de anlamıyordu.. Hz. Hüseyn, 72 yarânıyla birlikte Kerbelâ Destanını yazışını karşısındaki Yezid Ordusunun anlayamayışı gibi, anlamıyorlardı!.. Yüce Peygamber’e yaptıkları; “Mekke’nin reisi ol, istediğin saraylar, dünya malı ve pulu, Mekke’nin en güzel kızları senin olsun...” tekliflerinin reddolunuşunu, müşrikler nasıl anlıyamıyor idilerse; aynı manzara, İran’ın müslüman halkının muhteşem kıyamında da tekrarlanıyor ve artık yıkılışını önleyecek hiçbir gücün kalmadığını anlayan Şah, İslâmî kıyamın büyük Rehberine haberler göndertiyordu, “seçim yapılacak olsa, belli ki, kazanacaktır... Ve kazanında da, söz veriyoruz, hükümeti, halkın desteğini kazanana vereceğiz...”diye. Yani, İmam, bir taguutun elinden, onun rejiminin başbakanı olmak sıfatını kabullenecekti!.. Taguut’un anayasasını uygulayacaktı!.. Bunun için Şah’ın şartı, parti kuruluşunda, kanunlara göre şekillenilsindi; yani, kanun yoluyla zuhûr edilsindi... Şah, “kanun adamı”ydı güya! Ve, herşeyin kanuna uygun olarak şekillenmesini istiyordu Ama, bu kanunların kendi iradesinin kanunları olduğunu kimseciklerin düşünmesini; bu kanunların kendisinin, zorba babasının veya asırların saltanat alışkanlıklarının, İslâmî olmayan idare şekillerinin mahsulleri olduğunu, müslümanların anlamasını istemiyordu.

Geçen bölümde, İslâm İnkılabı’nın tarihî köklerini anlamak isteyenlerin, Nemrud ile Hz. İbrahim, Fir’avn ile Hz. Musa, müşriklerle Hz. Resul-ü Ekrem (sav) ve Yezid ile Hz. Hüseyn arasındaki mücadelenin asıl sebebini, kısaca, beşeriyet tarihi boyunca süregelen hakk-baatıl mücadelesini anlamak gerektiğine işaret etmiş, Resul-ü Ekrem’e yapılan “Seni, Mekke’ye reis yapalım, en görkemli saraylar, istediğin dünya malı, en güzel kızlar senin olsun...” teklifinin reddolunuşuna temas ile; İmam Khomeynî’nin de peygamberlerin metoduyla hareket ettiğini belirtmiştik... Şimdi kaldığımız yerden devam edelim...

Artık, yıkılışını önleyecek hiçbir gücün kalmadığını anlayan Şah, İslâmî kıyamın büyük Rehberine haberler göndertiyordu, “seçim yapılacak olsa, belli ki, kazanacaktır... Ve kazanınca da, söz veriyoruz, hükûmeti, halkın desteğini kazanana vereceğiz...” diye...Yani, İmam, bir taguutun elinden, onun rejiminin başbakanı olmak sıfatını kabullenecekti!.. Taguutun anayasasını uygulayacaktı!.. Bunun için Şah’ın ilk şartı, parti kurulsundu, kanunlara göre şekillenilsindi; yani, kanun yoluyla zuhûr edilsindi. Şah, kanun adamıydı güya!.. Ve, herşeyin kanuna uygun olarak şekillenmesini istiyordu... Ama, bu kanunların kendi iradesinin kanunları olduğunu kimseciklerin düşünmesini, bu kanunların kendisinin, zorba babasının ve ya asırların saltanat alışkanlıklarının, İslâmî olmayan idare şekillerinin mahsulleri olduğunu, müslümanların anlamasını istemiyordu. İmam Khomeyni ise, Şah ve bütün taguutların ancak meşru, yani şeriate dayalı kanunların pençesinde hesap vermeye başladığı zaman, kanuna uygun hale gelebileceklerini belirtiyor ve Şah’ın müslümanlara yaptığı uzlaşma çağrılarına “biz, taguuta kıyam etmekle mükellefiz; ne yapacağımızı da taguuttan öğrenecek değiliz, bizim davamız yalnızca hükûmet makamlarını ele geçirmek değil, taguutları, putları yere çalmak davasıdır; mücadelemiz devam edecek!”diyordu.

Milyonlarca müslüman, bu çağrıyla, Allahu Ekber silahını kuşanıp; topların, tankların, namluların, bombaların üstüne-üstüne gidiyor, taguuta teslim olmayacaklarını, yerlere serilen, parça-parça olan nâşlarıyla ispatlıyor ve bu uğurda onbinlerce şehid veriyorlardı. Hizbullahî İran müslümanları  karşısında taguut düzeninin yerli şefi Şah ve onun da şefi olan Amerikan emperyalizmi yeni tedbirler, yeni entrikalar düzenlemek ihtiyacını duydular. Zamanın Amerikan başkanı Carter, “İran, asla, alçakların eline düşmeyecek!”diyerek; zamanın Sovyet şefi müteveffa Brejnev de “İran, çapulcuların eline düşmemelidir!”diye, Şah’ın yanındaki yerini alırlarken; Şah da, tehdidlerini sürdürüyor ve hizbullahî müslümanları, komünistlerin oyuncağı olarak karalıyor, onları marksist müslümanlar diye niteliyor ve “750 bin kişilik ve Ortadoğu’nun en büyük gücü olan ordum ile bu cahil kalabalıkları, bu karanlık güçleri ezip geçebilirim”tehdidini savuruyordu. Bir taraftan da, uluslar arası sosyetenin en gözde isimlerinden olan hanımının çarşafa bürünmesini sağlayarak, bir takım kurtuluş kapılarını aralamaya çalışıyor ve bu gibi tavizlerini içki yasağı koymak, kaldırttığı İslâm takvimine yeniden dönmek, üniversitelerde kız öğrencilerin çarşaflarıyla okumalarına izin vermek gibi rahatlatıcı ve bir takım istekleri karşılayıcı tavizlerle zaman kazanmak istiyordu.

Bütün bu taktikler ve tertipler karşısında İmam Khomeynî ise, hattını kesin bir şekilde çizmiş bir İslâm âlimi olarak, ne yapacağının ağır mes’uliyetinin idrakinde, yolunda inançla ilerliyor, ve “parti kurulup, demokratik mücadeleye başvurulması ve seçimlerin mutlaka müslümanlarca kazanılacağı” yolundaki tavsiyeleri, “biz, taguiuttan hükûmet istemiyor, onu reddediyoruz, neyi nasıl yapacağımızı da biz kendi inancımızdan çıkarırız ve bu kimseyi ilgilendirmez... Verilen veya tanınan bir takım rahatlatıcı tedbirlere gelince; müslüman halkın bunlara kanmamasını ve bir takım hakları vermek gücünde olanların, geri almak gücünü de ellerinde bulunduracaklarının unutulmamasının, hedefin bir takım siyasî ve hükûmet makamlarının ele geçirilmesi olmayıp, baştan başa bütün bir hayatın Allah’ın ahkâmına göre şekillendirilmesi olduğunu hatırdan çıkarmamalıyız; komünistlerin de Şah’a karşı çıkmalarına gelince, başkalarının yardımına ihtiyacımız yoktur... Müslüman halkımız, “Allahu Ekber, La ilahe illallah” ve “Doğu’ya da hayır, Batı’ya da!.. diyerek yola çıkmıştır, başka söz söyleyenler, müslüman halkın arasında barındırılmamalıdır; hiç kimse sonradan kandırıldığını söylemesin ve şimdiden bilsin ki, biz, “İslâm Cumhuriyeti” kuracağız!.. diyordu.

İran İslam İnkılabının Tarihi Kökleri

Amerikan emperyalizmi ve yardakçıları, İran’ın İslâm’ın eline düşmesini önleyebilmek için, devamlı yeni çareler arıyorlardı. Bu cümleden olarak, ilk önce, diktatörlük gevşetilip hükûmet liberalleştirildi...Şerif İmamî denilen ve zahiren liberal gözüken, halk arasında, bir din aliminin oğlu olarak isim yapmış, gerçekte ise, İran masonlarının şefi ve Şah’ın Senatosunun reisi olan kişi, hükûmetin başına getiriliyor, ve geçici bir takım ferahlatıcı tedbirlere başvuruyor, halkın nefret duyduğu eski başbakan Âmir Abbas Huveyda ve benzerlerini zindana atıyordu. Bu göstermelik tedbirler, müslümanların kıyamını yatıştıramayınca, Amerikan emperyalizminin gizli eli CIA, Şerif İmamî hükümetinin de muvaffak olamayacağının anlaşıldığını, Genelkurmay Başkanı General Azharî’nin başkanlığında çok geniş salahiyetlerle donatılmış bir askerî hükûmet kurulmasını, önceki geçici liberalleşmeden sonra, müthiş bir yumruk atılarak, halkın şaşkınlığa sürüklenmesini kararlaştırdı ve uyguladı. Ama netice, yine alınamadı... Paletlerinden cesed parçaları sarkan tanklar şehirlerde dolaşırken, Azharî de çekilmek zorunda kaldı, 45’inci iktidar gününde... Ve bunun hemen arkasından; yıllarca, Şah’a muhalefet ediyormuş gibi gösterilip, pekçoğunu yanıltmış olan Şahpur Bahtiyar başbakan olur olmaz; Şah, hanımı ve çocukları, Amerikalıların talimatı gereğince, “tedavi ve istirahat için, kısa süreli olarak ülkeden ayrıldığını” bildirerek, bir daha dönememek üzere ülkeden kaçıyordu. Şah, kısa bir süre için dediği o ayrılışını, daha sonra hatıratında, “Amerikalılar beni, ölü bir fareyi kuyruğundan tutup atar gibi, ülkemden attılar...”diye niteleyecek, kuklalığını itiraf edecekti... Evet, daha sonra Carter ve onun Dışişleri Bakanı Cyrus Vance’in hatıratında da alenen işaret olunduğu üzere, İran’da daha yeni tertipler hazırlayabilmek için, bir yeni kukla ortaya çıkarılan ve 25 yıl boyunca güya Şah’a ve Şehinşahlık düzenine karşı düşmanlığıyla, muhalefetiyle tanınan Şahpur Bahtiyar, Şah’ın ülkeden kaçmaya mecbur olduğu bir sırada, Şah’tan boşalan iktidar gücünü olduracak bir yeni lider olarak halk’a takdim ediliyordu... Halbuki, müslüman hak, İslâm ulemasını kendisine öncü kabul etmiş ve ancak İmam Khomeyni’nin rehberliğinde ve şu veya bu dünyevî menfaatler için değil, sadece ve sadece İslâm Devleti kurulması ve bu hedefe ulaşmak uğrunda daha nice yüzbinler, milyonlar halinde şehadet kafilesine katılmaya hazır olduğunun nişanelerini vermeye devam ediyordu. Yürüyüşler, gösteriler, protestolar, grevler ve taguut düzeninin tanklı-toplu saldırıları, katliamları!.. Ve Bahtiyar, “İmam’a biz de hürmetkârız, gelsin, Kum’da otursun, Kum, Vatikan gibi olsun!.. Medreselerinin başına geçsin, talebe okutsun, emirlerini dinleyelim, fetvalarını icra edelim... Amma... Devlet işlerine karışmasın!.. Devlet idaresi ulemanın işi değildir... Biz dine çok saygılıyız ve din çok ulvî bir müessesedir, siyasetle kirlenmemelidir...” gibi laflarla müslüman halkı kandırmaya çalışıyor ve İmam Khomeyni’nin, iktidar hırsı içinde, saltanat sürmek hırsı içindeki bir ihtiyar olduğu imajını vermeye çalışıyordu, dünyanın hemen bütün kitle haberleşme vasıtaları desteğinde...Halbuki, ne İmam Khomeyni öyle bir hırs içindeydi ve ne de, İran’ın hizbullahî müslümanları, İmam’ları hakkında bu gibi ithamlara kanacak zayıf kimselerdi... Onlar, asırların acısını, asırların zulmünü çekmiş müslümanlar olarak ve asırlardan beri, karşılarına en tavizsiz ve inkılabçı bir tutum içinde çıkan gerçek İslâmî mücadele ve kurtuluş yolunu göstermiş bir liderin, bir İmam’ın ardından ölüme gitmeye hazırlanıyorlardı... Ve başlarındaki İmam da, ölüme giden bu yolda, özellikle, onbeşbinden fazla müslümanın şehadetiyle neticelenen 5 Haziran 1963 (Ponzdeh Khordad) kıyamından beri, kaatillerin üzerine-üzerine ve ölüme doğru en ön safta gidiyordu... Ve o zamanlar Şah ve arkasındaki patronları, İmam’ı öldürtmek istemişlerdi ama, bunun bütün İran’ı, “Ya Khomeynî! Ya Ölüm!”feryadlarıyla kaplayan gösteriler, yürüyüşler yüzünden yerine getirilmesinin mahzurlarını düşünerek, İmam Khomeyni’yi İran dışına, Türkiye’ye sürgüne göndermek tedbirinden daha ilerisini alamamışlardı...

Ama,İmam Khomeyni,bulunduğu her yerde; geride, İran’da bıraktığı müslüman halkı asla unutmadı ve onlarla irtibatını devamlı korudu... Müslüman halk’a gönderdiği vaizlerinde, konuşmalarında, yayınladığı beyanname ve fetvalarda, “Allah’ın ahkâmı yerine başka kanunlar koyanlara her kim olurlarsa olsunlar, asla itaat etmemelerini, İslâm toplumunu yönetmeye ancak ve ancak, İslâm fıkhını iyi bilen, adil, âlim, fazıl, muktedir fakihlerin hak sahibi bulunduğunu, idare makamlarında bulunan bir takım kimselerin, şah veya reisicumhur, kral veya melik veya sıfatı her ne olursa olsun, ulemayı sadece kendi diledikleri konularda ve halkı uyutabilmek için, bir takım fetvaları vermekle vazifelendirmelerinin İslâm’a aykırı olduğunu ve ulemanın da bu zulme ayak uydurmasının İslâm tarihindeki en büyük sapma olduğunu” belirtiyor ve Allahu Tealânın, müslümanlardan, “tağuutları redd ve inkar etmelerini, onlara karşı çıkmalarını, onlardan adalet dilenmemelerini, onlara itaat etmemelerini, haksızlıkları ortadan kaldırmak için, kendileri hak sahibi olmayanlara adalet dilenilen bir bir mevkıe getirmemelerini” istediğini vurguluyordu... Ve ulema, Resul-ü Ekrem’in gerçek mirasçıları idi... Ümmet’i, ancak onlar idare edebilirdi; Resul-ü ekrem’e halef olarak...

Geçen sayılarımızda, İslâm inkılabını derinlemesine anlamak isteyenlerin beşeriyet tarihi boyunca enbiyaullah ve evliyaullah ile, Firavun’lar, Nemrud’lar, Şeddad’lar, Ebu Cehil’ler, Yezid’ler arasındaki mücadelenin mahiyetini anlıyamıyanların İslâm inkılabını anlamakta da muvaffak olamıyacaklarını anlatmış ve İmam Khomeyni’nin de, her müslümanın takib etmekle mükellef olduğu enbiyaullah’ın metodunu takib ederek, atıldığı mücadele yolundan asla taviz vermeden ilerlediğini; başta Amerikan ve Sovyet emperyalizmleri olmak üzere bütün şerr güçlere karşı, özellikle 5 Haziran 1963 (Ponzdeh Khordad) tarihinden itibaren onbinlerin hayatına mal olmak pahasına da olsa, ölümün üzerine-üzerine yürüyüşünü sürdürdüğünü anlatmıştık... Onun hedefi, bir İslâm toplumunun başında, şer’an bulunmaması gereken kimselerin hüküm sürmesine engel olmak, taguut ve put düzenleriyle Allah rızası için savaşmaktı... Ve İmam Khomeyni’yi idam etmekten korkan Şah, onu Türkiye’ye sürgüne göndermekten başka bir çare bulamıyordu.

İran İslam İnkılabının Tarihi Kökleri

Şimdi kaldığımız yerden devam edelim...

Evet, İran müslümanlarının o muhteşem kıyamını kavrayabilmek için, bu kıyamın temelindeki bu ilâhî nizam aşkını, bu adalet aşkını, bu insanca-İslâmca yaşamak idrakini kavramak lazımdır... Yoksa, bir takım maddî izahlarla, veya meseleye sadece iktisadî açıdan yapılan yaklaşımlarla eğilmekten kurtulunulmazsa veya sadece Şah düzeninin maddî ve manevî zulmüne duyulan bir tip aksülamel, bir tepki olarak değerlendirilmekten ileri gidilemezse, bu inkılabın anlaşılması mümkün olmayacaktır. Çünkü, taguut güçleri halkın günlük siyasî ve iktisadî konulardaki şikayetlerinin herbirisini karşılamak için hazırdılar, İslâm’ın yolunu kesebilmek için... Hattâ, kendilerinin düzenledikleri şekilde, onların İslâmî isteklerini dahi karşılamaya hazırdılar... Ama, İran’ın müslüman halkı ve gerçek İslâm uleması, “veren el, alan elden üstündür” hadisindeki inceliği daima düşünerek, İslâm düşmanlarının elinden sunulan, onların lütfuyla verilen şeyleri kabullenmenin aslında onların üstünlüğünü yeniden ve tasdik etmekten başka bir şey olmayacağını biliyorlar ve bir müslüman toplumun geleceğini tayin etmekten, İslâm-dışı güçlerin herhangi bir tesirinin, dahlinin, yönlendiriciliğinin asla olmaması gerektiğini kesin hatlarla ortaya koyup, gerçek bir İslâmî istiklal elde edilinceye kadar, her türlü zulüm, açlık, ölüm ve sefalet pahasına da olsa; hattâ daha yüzbinler-milyonlar halinde dünya hayatını terketmek durumunda da kalsalar, gelip dayandıkları bu kesin kararlı noktadan geri dönmemeye yemin etmişlerdi... Çünkü, asırlardır belki de ilk olarak, İmam Khomeynî çapında bir İslâm alimi başlarına geçmişti ve dünyanın bütün küfür güçlerine karşı, bütün dünyayı sarsa-sarsa ilerliyor ve o, “Şehadeti saadet bilen bir millet için, yenilgi diye bir şey yoktur!..”diyordu. Tıpkı, 75 sene öncelerde “biz meşrutiyet değil, meşruiyyet istiyoruz... İslâm şeriati istiyoruz; yoksa, sultanların, şahların taguuti iktidarlarını sınırlayıp, onların zorbalıklarının halk tarafından bölüşülmesini değil!”dediği için darağacında yükselen Şeyh Fazlullah’il Nuri’nin ve daha sonralarda, “bizim dinimiz siyasettir, siyasetimiz de dindir!..” diye ortaya kesin bir tarif getirip, “din ayrı, devlet ayrı!”diyen emperyalistlerin ve uşaklarının üzerine yürüyen Şeyh Hasan Müderris gibi; küfrün her türlü oyunlarına karşı, Allah’a kesin bir tevekkül içinde, yolunda ilerliyor ve “din ve siyaset, din ve devlet, din ve dünya ayrıdır” diyenler, Resul-ü Ekrem zamanında müslüman sayılmazlardı!..”diyerek, hattını belirliyordu. Evet, İmam Khomeyni işte böyle bir kıyamın, büyük ve kaynakları açık bir içtimaî selin içinden geliyordu... O ve takipçisi olan kıyam erlerinin ne istediklerinin, özellikle itikadî temelleri kesinlikle bilinmedikçe, İran’da altı yıl önce zafere erişen İslâm inkılabını anlamak nasıl mümkün olabilir. Bu imanî gerçeklerden habersiz kimseler, hattâ müslüman kitlelerin karşısına geçip; “canım, bu kadar da inatçılık bağnazlık ve taassub olmak ki.. Sonra komünistlerin elinde olursa, İran karanlıkların içine gömülecek...”diye söylenenlerin  İran’daki bu büyük İslâmî kıyamı anlayabileceklerini nasıl tasavvur edebiliriz? Hatta biraz daha ileri gidelim; ehl-i sünnet toplumlarını bu inkılab aleyhinde harekete geçirebilmek için, hattâ tarih yazarlığı adı altında, yazı yazanlardan nicelerinin Şah’ı ve babasını, gerçekte İran şiilerini kandırmış, “gizli sünniler” olarak takdim etmeye yeltenmiş veyahutta “İran’ın  tarihinde türk kavimlerin rolü daima büyük olmuştur; bu karışıklıktan istifade ile türk ırkının İran’da yeniden büyük bir tarihî fonksiyon ifa etmesine hazır olmalıyız!”diye yazıp çizebilenlerin İslâm inkılabı kıyamına, doğru bir yaklaşım içinde bulunmalarını nasıl bekleyebilirdik?

İran’daki muhteşem İslâmî kıyam, bütün dünyayı ve dünyanın meşru olmayan bütün sistemlerini sarsa- sarsa ilerlerken ve küfür güçlerinin herbirisinin de o karışık günlerde, İran’dan bir pay kapma tamah ve iştihası içinde oldukları bir sırada, İran’ın hizbullahî müslümanları milyonlar halinde ve Allahu Ekber diyerek ilerliyorlar ve Ortadoğu’nun en güçlü jandarması sayılan Şah ordusunu elleri silahsız olarak darmadağın ediyorlar; haklı insanın, şehid kanının zorbaların kılıcına, daima galebe çalacağını bir daha ispatlıyorlardı.

Ve, 1 Şubat 1979 günü, İmam Khomeynî, 11 Ay’ı Türkiye’de, 14 yılı Irak’ın Necef şehrinde ve son 3,5 ay’ı da Paris’te geçen sürgün ve hicret hayatından sonra, yeniden ve ömrü boyunca mücadele ettiği taguuti bütün güçlerin yere serildiği, üzerindeki gasb kesin olarak kaldırılmış olan İran İslâm topraklarına geri dönüyordu, yine milyonların Allahu Ekber sadaları arasında... Ve, İran toplumu şimdi artık öyle bir toplumdu ki, Şah ve taguutî düzenin taraftarları onbinler-yüzbinler halinde kaçmışlar; kaçmıyanlar ise, kendilerini bekleyen akıbeti, korkunç bir ruh yıkımı halet-i ruhiyeti içende; özellikle son 60 yıllık Pehlevî Hanedanı boyunca, devamlı karikatürize ettikleri, soytarı olarak, canavar ve ilkel insan tipi olarak karikatürize ettikleri ve düşündürttükleri mollaların, İslâm ulemasının gelip, kendilerini evlerinde boğazlayacaklarının hayali içinde bekleşiyorlardı...

Bu büyük inkılabın, bütün inkılabları bekleyen tuzaklardan da daha büyük tuzaklarla karşı karşıya bulunduğu gerçeği elbette, şuurlu müslümanlar ve İmam Khomeynî tarafından biliniyordu... Çünkü, bu inkılab, sadece Şah düzenini değil, Şah düzeninin şahsında, bütün taguuti düzenleri tepelemiş olarak geldiğine göre, hemen ilk anından itibaren, bütün taguutî güçlerle savaşa girişeceğinin de idraki içindeydi... Nitekim, Şah’ın zulmünü tadmış olan nice kesimler vardı; komünistlerden, türk, kürd, arap, türkmen ve beluc kavmiyetçilerine, sermayedarlara ve hattâ saraylara uşaklık yapmayı şiar edinmiş bir takım ulemaya kadar nice kesimlerde; İmam Khomeynî’nin dönüşünün hemen ardından, yeni İran’ın yarınında söz ve kudret sahibi olmak yarışı gizliden gizliye veya açıktan açığa başlayıvermişti...

Ama, o anda, en büyük gücü, ismi etrafında milyonları toparlıyan İmam Khomeynî temsil ettiğinden ve meydana gelen iktidar boşluğunu tek başına bu ismin tılsımı doldurabildiğinden; herkes, bu “yaşlı molla’yı kendi yanına çekebileceğinin entrikalarına veya kendilerini onun yanında gösterme yarışına girişmişlerdi... Halbuki, İmam Khomeynî hiç kimsenin yanında veya karşısında değildi...O, Allah ve Resulü’nün yanındaydı ve her kim İslâm’ın karşısındaysa, o da onlara karşıydı, düşmandı... Bu karşı olanların isimlerinin Şah olmaması bir şeyi değiştirmezdi... Çünkü, İmam Khomeynî, bir takım insanlara değil, sistemlere karşıydı ve İslâm’ın dışındaki hangi sistem, İslâm’ın hakimiyetini kabullenmese, o sistemle savaşmayı en büyük vazife biliyordu...

Halbuki İmam Khomeynî, İran’a döndüğünde, Tahran havaalanından, doğru, Beheşt-i Zehra şehidliğine gittiğinde orada onbinlerce şehid ailelerinin, sevdiklerinin hedeflerinin tahakkük ettiğini görmelerinden meydana gelen heyecanı ve milyonların Allahu Ekber sadasıyla kesilen konuşmasında, “vazifemiz çok ağırdır, taguut artık yok olmuştur, ama yeni taguutların ortaya çıkmaması ve bu topraklarda yalnızca Allah’ın kanununun hakimiyetinin sağlanması için, çok uyanık ve şuurlu bir çalışmaya girmek zorundayız, ben buradaki şehid ailelerine şükran borcunu ancak, İslâm Devletini kurarak ödeyebileceğimizi düşünüyorum... Başka türlü bir şükran borcunun ödenmesi de beklenmemelidir. Yeni İran’ı, İslâmî İran’ı kurmak için, önümüzde bugüne kadar verilen mücadelelerden daha çetin mücadeleler var... Ve size tatlı vaadlerde bulunmuyorum! Yeni İslâmî İran’ı kurabilmemiz için en azından 20 yıla ihtiyacımız var...” demişti... Ama, sağda solda, daha ilk andan, kendilerini İmam Khomeynî’nin adına hareket eden kimseler olarak niteleyen bir takım silahlı güçler, henüz İmam’ın emrinde bir hükümet kurulmamışken; eski dönemden kalan ve halkın nefretini kazanmış kimseleri cezalandırmaya koyulmuşlardı bile... Bu durumda İmam Khomeynî, derhal bir beyanname yayınlayarak, “her kim, “İslâm mahkemesinin hükmü olmaksızın, herhangi bir kimseye baskı yapar veya ceza vermeye kalkışırsa, onlar da bizzat zalimdirler... Ve halkın böylelerine karşı da, tıpkı Şah’a karşı durdukları gibi mukavemet etmeleri farzdır.Suçluların veya suçlu şanılanların getirilip bize teslim edilmesi ve fakat hiç kimseye herhangi bir baskı yapılmaması gerekir!”diyor ve taguut döneminden kalan müstekbirler ve çanakyalayıcılar, bekledikleri “kelle kesen mollalar’ın gelmediğini gördükçe biraz daha rahatlıyorlar, mazlum müslümanların asırlardır hasret kaldıkları korkusuz ve adaletin himayesinde yaşamanın güzel olduğunu yeni-yeni kendileri de tadmaya başlıyorlardı...

Geçen sayılarımızda, İslâm inkılabını derinlemesine anlamak isteyenlerin beşeriyet tarihi boyunca enbiyaullah ve evliyaullah ile, Firavun’lar, Nemrud’lar, Şeddad’lar, Ebu Cehil’ler, Yezid’ler arasındaki mücadelenin mahiyetini anlıyamıyanların İslâm inkılabını anlamakta da muvaffak olamıyacaklarını anlatmış ve İmam Khomeyni’nin de, her müslümanın takib etmekle mükellef olduğu enbiyaullah’ın metodunu takib ederek, atıldığı mücadele yolundan asla taviz vermeden ilerlediğini; başta Amerikan ve Sovyet emperyalizmleri olmak üzere bütün şerr güçlere karşı, özellikle 5 Haziran 1963 (Ponzdeh Khordad) tarihinden itibaren onbinlerin hayatına mal olmak pahasına da olsa, ölümün üzerine-üzerine yürüyüşünü sürdürdüğünü anlatmıştık... Onun hedefi, bir İslâm toplumunun başında, şer’an bulunmaması gereken kimselerin hüküm sürmesine engel olmak, taguut ve put düzenleriyle Allah rızası için savaşmaktı...

Şah gerçi İmam Khomeyni’yi sürgüne gönderiyordu, ama, İmam ile ümmeti, müslümanlar arasında şer’i-siyasi irtibatlarını teşkilatlı bir biçimde koruyarak, takdir-i ilahinin tecelli edeceği güne kadar, mücadelelerini sürdürmeye kesin kararlı olduklarını ispatlıyor ve nihayet Şah ülkeden kaçıyor, şeytanî güçlerin terkettiği yeri, rahmanî güçler doldurmaya başlıyor; İmam, İran’a dönüyor ve İslâm tarihinin yeni bir sayfası açılıyordu...

İmam Khomeynî’nin İran’a dönüp, bir Geçici Hükûmet kurdurmasıyla birlikte, emperyalist güçler, içten-dıştan, ellerinden gelen bütün şirretlikleri yapmaya başlamışlar; her tarafa arka arkaya isyan ateşleri yakılmış ve ayrıca, inkılabın yanında gözüken –sözde- aydınlar da, Batı kültürünün beslemesi oluşlarının tabii neticesi olarak, demokrasi ve halk hakimiyeti gibi sloganları işliyorlardı... Ama İslâm uleması yol vermiyordu... O zaman da İslâm ulemasının öldürülmesi planları uygulamaya konuluyordu...

İran İslam İnkılabının Tarihi Kökleri

Şimdi, kaldığımız yerden devam edelim...

Bu arada, bu güçlü rehberi yalnız bırakmak veya etrafını kuşatmak operasyonu da başlatılmıştı... Ve üstelik yıllar boyu Şah’a karşı mücadele veren ve İmam’ın karşısında yer almadıklarından, halkla bütünleşmesinin rüyasına yatar Nihzet-i Azadî (Hürriyet Hareketi) gibi siyasî kuruluşlar da inkılab heyecanı içinde, parsa toplamaya ve iktidarı paylaşmaya iştahla hazırlanıyorlardı... “Ve bu gibi hareketlerin liderlerinin İslâm’a hürmetkâr gözüken tavır ve edaları halkı onlara ısındırmakta rol oynamaktaydı... Ama, ilgi çekici olan şu ki, zamanın Amerikan Başkanı Carter’in o günlere ait hatıratına bakılacak olursa; Batı eğitimi görmüş, Batı’yı görmüş, Batı yaşayış ölçüleri içinde yetişmiş aydınların İmam’a düşman durumda gözükmeyip hattâ ona yardımcı rolüne girmelerinden, bütün Batılılar büyük bir memnuniyet duyduklarını gizlememekteydiler...Geçmişte olduğu gibi, bu İslâmî kıyamın da neticede, Batı’nın ileri karakol izcileri durumundaki aydınların eline düşmesi ihtimali onları memnun ediyordu... Ve halk da henüz; İmam’ın kesin tavır belirtmediği bu isimleri saygıyla karşılıyor ve onların mekteplerinin, ideolojilerinin, akıdelerinin İslâm’la zıtlaşabileceğini düşünemiyorlardı... Ulema ise, hep ezilmiş ve tecrübesiz, çekingen bırakılmış; siyasî konular mevzubahs olunca zindanlardan ve darağaçlarından başka yerlerde pek gözükmemiş olmanın ürkekliğini yavaş yavaş atmakla birlikte, henüz devlet mekanizmasının çarklarını nasıl işletebileceklerinin temel pratik bilgilerine sahib değillerdi...

Batı dünyasının, “İran’da ne olacak?” diye bekleştiği ve yıllarca Şah’a karşı mücadele vermiş olan komünistlerin de yeni hükûmete girmelerini beklediği ve bunu, bu ilâhî menşe’li inkılabın saptırılmasında büyük bir güç ve avantaj olarak niteledikleri bir sırada, 11 Şubat 1979 günü, İmam Khomeynî, Nihzet-i Azadi’nin lideri olan Mehdi Bazergan’ı bir Geçici Hükûmet kurmakla vazifelendiriyor ve gidip, halkla birlikte devlet makamlarını teslim alması, direnmeyle karşılaşırlarsa halkın da karşılıkta bulunması hükmünü veriyordu... Ve, bütün devlet makamları müslüman halkın eline kesinlikle geçiyor, taguut düzeni, siyasî mekanizmalardaki kanunî varlığını kesin-kes yitiriyor ve komünistler hükûmete alınmıyordu. Kısa bir süre sonra, Bazergan’ın hükûmeti açıklanıp da, hükûmette komünistlere hiç yer verilmediği görülünce, düne kadar, İran’ın ve İmam’ın, komünistlerin eline düşeceğine muhakkak nazarıyla bakan çevreler, şimdi de inkılabın saptırılmasında en etkili unsur olacaklarını hesapladıkları komünistlerin, Şah zamanındaki onca mücadelelerinin gözönüne alınmamasının İran’da büyük tepkilere sebep olabileceğini belirtip, olması gereken, temennilerini dile getirerek, onların avukatlığına başlamışlardı... Ama, yolcu yolunda gerekti...İmam Khomeynî; Allahu tealânın kendi omuzlarına yüklediği ve İslâm Milletine karşı da hesabını vermekle mükellef olduğu bu nazik dönemde, ilerlemiş yaşına rağmen, en küçük bir tereddüte kapılmadan, doğru bildiği yolda yürümeye devam ediyor ve hattâ Bazergan’a kurdurduğu hükûmete bile İslâm Hükûmeti değil; Geçici Hükûmet adı vererek; kısa zamanda, İslâmî Hükûmete geçmeyi sağlayacak olan İslâm Cumhuriyeti Anayasası’nı Kur’an’a göre hazırlatmak çalışmalarına geçiyordu...

İmam Khomeynî, inkılabın birinci yıldönümünde, Beni Sadr’a reisicumhurluk belgesini verirken, “ümid ederim değişmezsin, dünya makamları nicelerini değiştirmiş, ayaklarını kaydırmıştır...” diye bir hatırlatma yapma gereğini duymuştu... Ne var ki bu zat, kendisini uzun yıllar kaldığı Batı toplumundaki gibi bir reisicumhur olarak görmeye ve halkın reyinin, iradesinin her şeyin anahtarı ve en üstün irade olduğunu zannetmeye, daha ilk anlardan itibaren, başlamıştı bile... Zamanın Amerikan başkanı Carter’in o günlere ait hatıralarına baktığımız zaman, gerek Bazergân ve gerekse Beni Sadr gibi tipler için, Carter’in ve Batılıların “ne de olsa Batı’da okumuştur, kültürümüzün beslemesidir...” diye teselli buldukları ve umutlandıkları görülüyordu... Daha ilerideki hadiseler, bu tesbitlerin devamının da olduğunu, tacir kılıklı bir takım CİA ajanlarının Beni Sadr ve çevresiyle temas kurup direktifler verdiğini de gösterecekti.

İlk reisicumhurun seçilmesi ve İslâmî Şura Meclisinin teşkil olunup çalışmalara başlamasının; yani, yeni rejimin kendi müesseseleri üzerine dayanarak yola koyulmasının eşiğinde, Amerikan emperyalizmi, 24 Nisan 1980 tarihinde, İran topraklarına bir hava indirmesi denemesine girişiyordu. Bu harekattan maksad, Tabes çölüne indirilecek askeri birlikler aracılığıyla Tahran rejimini çökertemk ve rehineleri de kurtarmaktı... Ne var ki, hava indirmesi, Allah’ın takdiriyle tam bir bozguna uğruyor ve Amerikan uçakları arka arkaya düşüyorlar, Amerikalılar hattâ askerlerinin cesedlerini dahi alamaksızın, hadise mahallinden kaçıyorlar ve Carter, hadiseyi televizyonda, gözleri yaşlı olarak Amerikan halkına açıklıyor ve İran makamları da hadiseden ancak o zaman haberdar oluyordu!.. Evet, Allahu tealanın takdir ve kudreti, mü’minlerin uykuda yakalandığı bir anda imdada yetişiyor, Fil Suresindeki hal tekerrür ediyordu, adeta... Dünya bir daha şoke olmuştu, bu hadiseden... Dünya müslümanları heyecan içinde; Batı Dünyası ve bütün emperyalistler ve tarafdarları ise kızgınlık ve şaşkınlık içindeydiler... Carter’in hatıralarından anlaşıldığına göre, Amerikan emperyalizmi ve Şah, tek çıkar yolun “Tahran üzerine bir-iki atom bombası atmak olduğunda” ittifak etmişlerdi, ama; “acaba netice, bütün İslâm toraklarında Amerikan emperyalizmine karşı kesin bir tavrın takınılmasına ve Amerikan emperyalizminin oralardan da kovulmasına müncer olmayacak mı?”diye bir korkuyu da hesaba katmalarını gerektiriyordu. Bu yüzden, atom bombası denemesine girişemediler, emperyalist kafirler... Savaşın küfür yakasında bu gelişmeler olurken, İmam Khomeynî’nin taviz vermez rehberliğindeki hizbullahî müslümanlar ise, dünyanın bütün güçleriyle mücadeleye kesin kararlı insanlar olarak, her ulusa karşı hazırlıklı bekliyorlardı... Lakin, içerdeki müesseselerin ve inkılab rejiminin yeni kuruluşlarının çalışmalarına takoz koymak isteyenler bir taraftan reisicumhurluk gibi bir makamda karargâh kurmuşlardı, bir taraftan da üniversitelerde... İmam Khomeynî, “İslâm insanı yetiştirmeyen bir üniversitenin açık kalmasının fesaddan ve yabancı güçlerin, kültürlerin karargâhlarını kurmaktan başka bir işe yaramadığını” belirterek ve İslâm insanını yetiştirecek şekilde yeniden düzenlenmiş İslâmî üniversitelerin en kısa zamanda açılmasını emrederek; taguuttan kalan bir güç merkezini, üniversiteleri kapatıyor ve direnmek isteyenler ise, polis veya asker gücüyle değil, milyonlarca hizbullahî müslümanın kesin kararlı ve İmam’larının emrini tatbik etmek kararlılığıyla üniversiteleri fasidlerin, komünistlerin, iç savaş tahriklerinin pis varlıklarından temizliyorlardı... Evet, kültür inkılabı da başlamıştı... Ama, taguut döneminin kültürel izleri, hayatın her kesiminde kendisini hissettiriyor, devlet daireleri açık-saçık kadınların çalıştığı, sokaklar bir Avrupa başkentinin sosyetik mıntıkalarını hatırlatan tablolar sergilemeye devam ediyordu...

Küfür düzenleriyle uzlaşma kabul etmeyen, kesin kararlı bir İslâmî Rehber’in öncülüğündeki hizbullahî müslümanlar, ülkenin heryerinde, taguutun yıkılmasından meydana gelen iktidar boşluğundan istifade etmek isteyebilecek güçlere fırsat vermemek dikkatiyle nöbet yerlerinde daima uyanık bulunurlarken, İslâm Cumhuriyeti Kanun-u Esasisi de, İmam Khomeynî’nin “bize ne demokrasiden... Demokrasi bir küfür düzenidir!” şeklindeki irşadından istifadeyle, bünyesinde bu kelimeye yer vermeksizin, kısa zamanda hazırlanarak, müslüman halkın % 98’i tarafından tasvib olunuyor ve yeni bir düzen hukûkî imkân ve vasıtalarıyla da uygulamaya konuluyor ve böylece, şahlığın 1906 Kanun-u Esasisi’ne göre, İngiliz usûlü bir idareyle yeniden düzenlenip korunmasını isteyen, bir inkılabın gereklerini kavrayamıyan, geçmişte Şah’ın etrafında gözükmekten zevk alan sözde din uleması da yenilgiye uğruyordu... Meydana gelebilecek boşluklardan istifade ederek, İran İslâm topraklarında taguut düzenlerini yeniden hakim kılmak mücadelesine atılan içerdeki ve dışardaki bütün küfür güçleri de, İslâm inkılabının bir çikolata inkılabı olmadığının farkına varıyorlar, akıttıkları kan deryasında kendileri de boğuluyorlardı.

 

 

 

  • Yazdır

    Arkadaşlarına gönder

    Yorumlar (0)