• Nombre de visites :
  • 1011
  • 5/11/2012
  • Date :

PEŞAVER GECELERİ:Mübahele Ayeti

peşaver geceleri:mübahele ayeti

YEDİNCİ OTURUM

Davetçi: Elbette ilk delilimizin Kur’ân'dan olduğu gayet açıktır; ki bu bizim en muhkem semavi senedimizdir. En büyük delil, Kur’ân-ı Kerim'de apaçık buyurulmuş olan şu mübahele ayetidir:

“Sana gelen bunca ilimden sonra, yine de bu hususta seninle çekişip-tartışmalara girişirlerse de ki: Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, nefsimizi (kendimizi) ve nefsinizi (kendinizi) çağıralım; sonra karşılıklı lanetleşelim de Allah’ın lanetini yalan söylemekte olanların üstüne kılalım.”‌

Sizin kendi alimlerinizden tanınan muteber şahıslar ve müfessirler, örneğin; imam Fahri Razi Tefsir-i Kebir’de, imam Ebu İshak Salebi “Keşf'ul- Beyan”‌da, Celaluddin Süyuti “Dürr’ül- Mensur”‌da, Gazi Beyzavi “Envar’ut- Tenzil”‌de, Carullah Zemahşeri “Keşşaf”‌da, Müslim bin Haccac “Sahih”‌de, Ebu’l- Hasan Fakih bin Meğazili eş-Şafii el-Vasitî “Menakıb”‌da, Hafız Ebu Naim İsfehani “Hilyet’ul- Evliya”‌da, Nuruddin Maliki “Fusul’ul- Muhimme”‌de, Şeyh’ul- İslâm Himvini “Feraid”‌de, Ebu'l- Muayyid Harezmi “Menakıb”‌da, Şeyh Süleyman Belhi el-Hanefi “Yenabi’ul- Mevedde”‌de, Sibt bin Cevzi “Tezkire”‌de, Muhammed bin Talha “Metalib'us- Süul”‌da, Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii “Kifayet’ut- Talip”‌te İbn-i Hacer-i Mekki “Savaik'ul- Muhrika”‌da ve bunlardan başkaları, bu ayetin nüzul olduğu günü Mübahele günü yazıyorlar ve o gün Zilhicce ayının 24’ü veya 25’i imiş.

Hz. Peygamber’in Necran Nasranileriyle Tartışması

Resulü Ekrem (s.a.a) Necran Nasranilerini (Hıristiyanlarını) İslâm’a davet ettikten sonra, onların büyük alimlerinden olan Seyyid, Akıb, Casilik, Alkame ve 70 kişiye aşkın diğer kimseler, 300 kişiye ulaşan kendi takipçileriyle birlikte Medine’ye geldiler. Resulullah'la yaptıkları birkaç ilmi münazaralarda, sabit ve muhkem delillerle gereken cevapları alarak yenilgiye uğradılar. Zira O Hazretin delilleri, onların elinde bulunan güvenilir kitaplardandı. O kitaplarla kendi hakkaniyetini, Hz. İsa'nın O Hazretin alamet ve nişaneleri hakkındaki söyledikleri sözleri ve zuhur edeceğinden haber verdiğini onlara anlattı. Nasraniler Hz. İsa'nın verdiği haberlere göre böyle bir zuhurun bekleyişi içinde idiler; ki O (Resul) deveye binerek (Mekke’de bulunan) Faran dağlarından zahir olacak, İyr ve Uhud (Medine’de) arasında hicret edecektir. Resulullah (s.a.a)’in delilleri öyle güçlü idi ki, teslim olmaktan başka cevapları yoktu.

Ama makam ve mevki sevgisi onların teslim olmasına mani oldu. Onlar İslâm’ı kabullenmediklerinden dolayı Resulullah (s.a.a) Allah’ın emri üzerine, doğrunun yalancıdan ayırt edilmesi için onlara mübahele (karşılıklı beddua) yapma önerisinde bulundu. Nasraniler de bu öneriyi kabullenip bu işin yarına bırakılmasını söylediler; Hazret de kabul etti.

Nasranilerin Mübahele İçin Hazırlanması

Belirtilen gün olan ertesi gün, Nasranilerin hepsi yetmişten fazla kendi alimlerinin eşliğinde, Medine’nin çıkışında, Resulullah (s.a.a)’in çok büyük ve kalabalık bir toplulukla onları yıldırmak ve korkutmak için geleceğini bekliyorlardı.

Aniden “Medine”‌ kalesinin kapısı açıldı, Resulullah (s.a.a), sağında bir genç, solunda hicaplı bir kadın ve ön tarafında ise iki çocuk olduğu bir halde gelerek Nasranilerin karşısındaki bir ağacın altında oturdular. Buların dışında kimse O’nlarla gelmemişti.

Nasranilerin en bilgini ve alimi olan oskof, mütercimlerden Muhammed ile gelenlerin kim olduklarını sordu. Mütercimler; “O genç, O’nun damadı ve amcası oğlu Ali bin Ebi Talip’tir, O kadın O’nun kızı Fatıma’dır, O iki çocuk ise O’nun torunları ve kızının evlatları olan Hasan ve Hüseyin’dir”‌ dediler.

Oskof bu durumu görünce Nasrani alimlerine şöyle dedi: Bakınız Muhammed nasıl da mutmain bir halde en yakınlarını, evlatlarını ve en çok sevdiği azizlerini mübahaleye getirip onları belaya maruz bıraktı. Allah’a and olsun ki, eğer O’nun tereddüt veya korkusu olsaydı, asla onları getirmez ve mübaheleden vazgeçerdi veya en azından ailesinden olan azizlerini bu hadiseden uzak tutardı. O’nunla mübahele yapmamız, kesinlikle doğru değildir. Eğer Rum Kayseri’sinden korkmasaydım ona iman ederdim. Öyleyse O’nun isteklerini kabullenerek O’nunla anlaşıp kendi şehrimize dönelim. Onların hepsi; “Söylediklerin sahih ve doğrudur”‌ deyip Oskofu tasdik ettiler. Daha sonra Oskof, Hz. Peygamber’e; “Biz seninle mübahele yapmıyor, anlaşmak istiyoruz.”‌ dedi. Hazret de onların bu teklifini kabul ettiler.

Barış anlaşması Hz. Ali (a.s)’ın eli ile yazıldı. Evrafi kumaşlarından, her kumaşın kıymeti kırk dirhem olmak şartıyla iki bin kumaş, bin mıskal altın ve bunların yarısının yani bin kumaş ve beş yüz mıskal altının Muharrem ayında ve diğer yarısının da Recep ayında verilmesinin gerekliliği yazıldıktan sonra her iki taraf da imzaladı.

Daha sonra kendi diyarlarına döndüler. Yolda giderken onların alimlerinden olan Akıb kendi yaranlarına şöyle dedi: “Allah’a and olsun ki, ben ve siz, bu Muhammed’in vaat edilen peygamber ve söylediklerinin de Allah tarafından olduğunu biliyoruz. And olsun Allah’a ki, herhangi bir peygamberle mübahele eden kimse, kurtuluşa ermemiştir; neticede onların büyük ve küçüklerinden hiçbir kimse sağ kalmamıştır, hepsi helak olup gitmiştir. Eğer biz de mübahele etseydik, kesinlikle hepimiz helak olurduk ve yer yüzünde bir tane dahi Nasrani kalmazdı. And olsun Allah’a; ben onlara baktığımda öyle simalar gördüm ki, eğer Allah’tan isteseydiler, dağları yerinden oynatırlardı.

Hafız: Beyan ettikleriniz sahih, doğru ve bütün Müslümanlar tarafından kabullenilmektedir. Ama bizim konumuz olan, Ali (k.v) ile Resulullah’ın (s.a.a) nefsani özdeşliği meselesiyle ne alakası vardır?

Davetçi: Bu ayeti kerimede, bizim şahit ve delilimiz “Enfüsena”‌ (nefslerimiz) kelimesidir. Zira bu olayda kaç tane önemli nükte gözükmektedir.

Birinci olarak; Resulullah (s.a.a)’in hakkaniyetinin ispat oluşudur. Zira eğer hak olmasaydı mübaheleye cesaret etmez ve aynı zamanda Nasranilerin büyük alimleri de mübaheleden kaçmazlardı.

İkinci olarak; bu ayeti kerime, İmam Hasan ve İmam Hüseyin (a.s)’ın Resulullah’ın oğulları olduğuna delalet etmektedir. (Nitekim birinci akşam bu konuya değinmiştim.)

Üçüncü olarak; bu ayeti şerifle, Emir'ul- Muminin Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’in (Allah’ın selamı onların hepsinin üzerine olsun) Resulullah (s.a.a)’den sonra, mahlûkatın en şerif ve en aziz insanları oldukları ispat edilmektedir.

Nitekim sizin, Zemahşeri, Beyzavi, Fahri Razi gibi bütün mutaassıp alimleriniz kendi kitaplarında buna değinmişlerdir. Özellikle Carullah Zemahşeri bu ayeti şerifenin tefsirinde genişçe bahsedip Âl-i Aba’nın beş ferdinin bir araya toplanmasının hakikatlerini ortaya serdikten sonra şöyle diyor: “Bu ayet, Peygamberle birlikte abanın altında toplananların, en faziletli olduklarına en büyük delildir ve bu ayetten daha büyük bir delil olamaz.”‌

Dördüncü olarak; bu ayet, Hz. Ali (a.s)’ın Hz. Peygamber (s.a.a)’in bütün ashabından daha üstün ve faziletli olduğuna bir delildir. Zira Allah-u Teâla bu ayette, Hz. Ali’yi Hz. Peygamber’in nefsi olarak tanımlamıştır. “Enfusena”‌ (nefislerimiz) kelimesinden kasıt, Resulullah’ın kendi nefsi olmadığı apaçıktır. Zira davet, değişikliği gerektirmektedir ve insan hiçbir zaman kendisini davet etmeye emr olunmamıştır. Öyleyse bu ayetteki “enfusena”‌dan kasıt, Resulullah (s.a.a)’in nefsi mesabesinde olan başka birisinin davet olunmasıdır.

Zira, Şia ve Sünni fırkalarının, güvenilir ve muteber olan bütün müfessir ve muhaddisleri (hadisçiler), Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin (aleyhum’us- selam)’dan başka hiç kimsenin Mübahele günü Resulullah’ın yanında olmadığını söylemişlerdir. Çünkü, “ebnaena ve ebnaekum”‌ (bizim oğullarımız ve sizin oğullarınız) cümlesinden Hasan ve Hüseyin; “nisaena ve nisaekum”‌ (kadınlarımız ve kadınlarınız) cümlesinden de Hz. Fatıma kast olunmuştur. Mezkur heyette, Emir’ul- Muminin Ali (a.s)'ın dışında, kendisine “Enfüsena”‌ (nefislerimiz) denilecek kimse kalmamaktadır.

İşte, “Enfüsena”‌ kelimesiyle, Hz. Peygamber efendimiz ile Hz. Ali (aleyhum’es- selam) arasında nefsani özdeşliğin olduğu ispat olmaktadır. Binaenaleyh, Hak Teala, Hz. Ali’yi, Hz. Muhammed (s.a.a)’in nefsi olarak tanımlamıştı. İki şahıs arasında, hakiki özdeşlik ve birlik muhal olduğundan dolayı, buradaki özdeşlik mecazi özdeşliktir.

Beyler iyi biliyorlar ki, Usul ilminde şöyle bir kural vardır: Lafzı en yakın mecaza hamletmek, uzağa hamletmekten daha evladır. En yakın mecaz da, delille istisna edilen hariç, bütün iş ve kemallerde eşit ve ortak olmaktır. Biz daha önce arz ettik ki, delil ve icmayla hariç olan şey, Hz. Peygamber’in nüvüvvet-i hasse’si ile vahyin nazil oluşudur; ki biz, Hz. Ali’yi bu hususta Hz. Peygamber’le eşit ortak bilmiyoruz. Ama ayeti kerimenin hükmüne göre, diğer bütün kemallerde eşittirler. Kesinlikle İlahi feyiz (lütuf), Mebde-i Feyyaz (Allah-u Teâla)’dan taraf, mutlak olarak Hz. Peygamber’in bizzat kendi vasıtasıyla Hz. Ali’ye ulaşmıştır. İşte bunun kendisi, bizim iddia ettiğimiz nefsani özdeşliğe delildir.

Hafız: Nefs’in mecazi anlamda davet edilmesi nereden belli? Bir mecazinin diğer bir mecaziden evla olması da doğru değildir.

Davetçi: Sizden, münakaşa etmemenizi, meclisin vaktini boşa geçirmemenizi, insafın dışına çıkmamanızı ve çıkmaza girdiğinizde de konuyu bırakmanızı rica ediyorum. Kesinlikle, sizin gibi insaflı bir alimden münakaşa ve mücadele beklentimiz yoktur. Zira hem siz ve hem de fazilet ehli kimselerin yanında, nefs’in mecazi anlamda kullanmasının diğer mecazilerden daha yaygın oluşu sabittir.

Daha önce arz ettiğim gibi, Arap ve Arap olmayan edip ve şairlerin lisanında mecazi özdeşlik çok yaygındır. Nitekim insanların defalarca birbirlerine; “Sen benim canımsın”‌ veya “Sen benim canım gibisin”‌ dediğini hepimiz duymuşuz. Özellikle bu mana, hadislerin lisanında Hz. Ali (a.s) için çok rivayet olunmuş ve bunların her biri bizim maksadımızın ispatı için yeterli birer delildirler.


PEŞAVER GECELERİ:Peygamber ve Ali’nin Nefsani Özdeşliği

PEŞAVER GECELERİ:Ömer’in Hudeybiye’de Resulullah’ın (s.a.a)’in Peygamberliğinde Şüphe Etmesi

  • Yazdır

    Arkadaşlarına gönder

    Yorumlar (0)